Bu Dergi Müthişti: MAVERA
Bir derginin hikayesi, bir hikayenin dergisi: Mavera. Rasim Özdenören'e Boğaziçili gençler Mavera'yı sordu, o da anlattı.
Boğaziçi Üniversitesinden Fatma Betül Yumuk (Kimya Müh. 4) ve Melike Akkuş (İşletme 4) Mavera Dergisi çerçevesinde Rasim Özdenören ile mülakat yapmışlar ve Bucümle dergisinde yayınlamışlar. Biz de çok beğendik, sizler için alıntıladık.
“Bir hikayenin dergisi” kısmına yani Mavera'nın felsefesine girmeden evvel, “bir derginin hikayesi” kısmıyla başlamak istiyoruz. Hocam, bize biraz Mavera'nın ortaya çıkış hikayesinden bahseder misiniz?
Bu işin öncesi var , bu iş şöyle olmadı, “Arkadaşlar bir araya gelelim, dergi çıkaralım” demedik. Dergi çıkarma fikri ortaya çıktı, daha doğrusu dergi “Gelin beni çıkarın” dedi. “Gel, beni çıkar” dedikten sonra bunun müzakeresi yapıldı. Bu bize kendisini çıkar diyen dergi, acaba nasıl bir dergi olmak istiyor, bunu konuştuk biz kendi aramızda. Şimdi fantazi gibi geliyor bu anlattığım şey, fantazi değil bu aynıyle vaki olan bir olay. Bunların oluşu 1976 Aralık ayı, ilk sayısı bu tarihte çıktı. Bu tarihten 5-6 ay önce müzakeresi yapılmaya başlandı.
Esasında yazın açısından ziyadesiyle bereketli olduğunu bildiğimiz bir dönemde, bir dergi neden “Gelin beni çıkarın” der?
Herşey bir metin. Şurada üçümüz dördümüz bir aradaysak herbirimiz karşımızdaki tabloyu bir metin olarak okuyabiliriz. Biz o günün konjöktürünü bir metin olarak okuduk ve bu metinde bizden böyle bir talep bulunulduğunu okuduk. Mesela Erzurum'dan mektup geliyor veya Eskişehir'den arkadaşlar geliyor, niye dergi çıkartmıyoruz diye soruyorlar.
Tabi Diriliş Dergisi vardı o tarihte, Edebiyat dergisi, Büyük Doğu dergisi vardı. Bunların herbiri yöneticisinin, yani Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un Nuri Pakdil'in canı istediği zaman çıkan, hazır olmadığı zaman kapanan dergilerdi. Necip Fazıl hayattaydı o zamanlar, Allah uzun ömürler versin Sezai Bey, Nuri Bey hayattaydılar ama dergileri, Edebiyat dergisi olsun, Diriliş dergisi olsun, Büyük Doğu olsun tatildeydiler. Onlara da hiç kimse yaklaşıp “Bu dergi niye çıkmıyor, niye tatile girdi, artık çıksın.” deme cesaretini gösteremiyordu. Bizler de o dergilerin hepsinin mensubuyuz, Edebiyat dergisinin aynı zamanda kurucusuyuz Nuri Abiyle beraber, rahmetli Akif, rahmetli Erdem ve ben Ankara'da beraber teşebbüs ettik, beraberce çıkarmaya başladık ama sonra dergi gide gide Nuri Pakdil'in üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Başlangıçta herkes eşit pozisyondaydı ama şunu hissettik biz, Nuri Abi orada ön almak istiyor, biz de onun hakkıdır dedik ve ona ön verdik. Böylece dergi Nuri Pakdil'in öncülüğünde çıkmaya başladı.
Fakat şu sakıncası vardı; Nuri Pakdil şahsen kendisi hazır olduğu anda kendi hazırlıklarını yapıyor, bizlere “Arkadaşlar yarın derginin yazılarını matbaaya veriyoruz, herkes yazısını getirsin” diyor, ondan sonra yazısını verebilenler bir gün sonra getirip veriyor. Nasıl hazır olmaz? Ya parası yoktur, ya yazısı yoktur, ikisinden birisi. İkisi bir araya geldiği zaman, ahenkli bir şekilde yürüdüğü zaman dergi çıkar. İkisi de zor bulunur. Para biterse ya da yazı biterse dergi bilinmez bir tarihe kadar tatile girer.
Dolayısıyla o dönemde yazın hayatında düzenli olarak çıkan bir dergi eksikliği hissediliyordu. Bize etraftan, Eskişehir başta olmak üzere, Atasoy Müftüoğlu onun çok teşvikleri oldu sağolsun, Anadolu'nun muhtelif yerlerinden Maraş'tan Erzurum'dan, Diyarbakır'dan, Konya'dan arkadaşlar geliyor, bir dergi çıkartılması gereği üzerinde duruyorlardı. Nihayetinde Cahit “Dergiyi artık çıkartalım, üzerimizde gitgide baskı oluşuyor.” dedi.
Yani edebi dergi eksiliği mi yoksa fikri dergi eksikliği mi Mavera'yı doğurdu?
Bir dergimiz yok diyorlardı. Bizim nasıl bir dergi çıkartacağımız zaten belliydi, aşağı yukarı böyle bir dergiydi Mavera Dergisi. Bunun dozu farklı olabilir ama alt amblemi “aylık edebiyat dergisi”.
En çok da bu işe riayet eden bendim. Ya bir tercüme veriyordum, ya bir öykü veriyordum yahut bir deneme veriyordum, mutlaka bir yazıyla katkı sağlamak istiyordum. Erdem yazık, o çok gayret eder, çok zamanlar yazı yazmaya, şiir yazmaya zorlanırdı. Akif hakeza o da öyle, artık bunu titizlik diye yorumlamak lazım, çok titizlenirlerdi, dolayısıyla çok titizlendikleri için de çok fazla üretken olmazlardı. Cahit çok üretkendi, hem şiir alanında hem de düz yazı alanında oturduğu anda yazabiliyordu. Ben ne Erdem kadar kabızlık çekerdim, ne de Cahit kadar oturduğum anda haldır haldır yazabilirdim.
Peki yedi güzel adamın, Mavera ekibinin, bir araya gelmesi nasıl oldu?
Zaten ben, Erdem, Akif, Alaeddin ve Cahit; Maraş'ta lisede beraberdik. Lisedeki ahbablığımız önce İstanbul'da, sonra Ankara'da devam etti. Cahit'in Ankara'ya gelişi ise şöyle oldu: Bu olaydan tam bir yıl önce, 1976 Haziransa bu konuştuğumuz olay, 1975 Haziran'ında Cahit askerliğini bitirmiş İstanbul'a geçerken bana uğradı, ben o tarihte Devlet Planlama Teşkilatı'ndan Kültür Bakanlığı'na müşavir olarak atanmıştım. Cahit İstanbul'a gitmek istiyordu, dedim ki “İstanbul'da ne yapacaksın, yapacağın bir şey var mı?” ,“İşte iş arayacağım, çalışacağım”, dedim ki “İşi orada arayacağına burada arayalım, biz de buradayız, diğer arkadaşlar da burada, İstanbul'un geçim şartları daha zor, seni Kültür Bakanlığı'na alırız memur olarak, ondan sonrası Allah kerim”. Cahid'in de memuriyete evet diyeceğinden de ümidim yoktu ama razı oldu, Kültür Bakanlığı'na aldıramadık, netice de MKE'de başladı.
Cahit Zarifoğlu'nun kendine has, içe dönük bir yaşam tarzı olduğu söyleniyor. Mavera gibi tam ekip işi olan bir dergide, Zarifoğlu nasıl bu ritme uzun süre uyum sağlayabildi?
Cahit'in Ankara'da işe başlamasıyla bizimle irtibatını devam ettirmesi düzenli hale gelince, çevreye karşı tutumunda biraz değişiklik oldu. Cahit burada bizden bazı şeyleri gördü, mesela biz böyle canhıraş bir şekilde elalemin işine koşturuyoruz, birinin bir hizmetini yerine getirmeye çalışıyoruz, bizzat kendisinin işiyle ilgili olarak kendi işlerimi yüzüstü bırakıp günlerce haftalarca vakit tükettiğimi görüyor. Cahit bu tür şeylere yabancıydı İstanbul'dayken. Cahit'in şöyle bir tarzı vardı, beraber yola çıkarsın, Cahit beraber yola çıktığı adam yanında mı değil mi, hiç oralı olmaksızın çeker gider. Etrafındaki adamın, yanındaki adamın ne olduğunu düşünmez. Şimdi Cahit'in tavrında böyle değişiklikler oldu, kendisi hizmet bekleyen pozisyondayken, hizmet veren pozisyonunu da gördü, bu da hoşuna gitti. Kendisinin de hizmet verebileceği potansiyelini kendisinde gördü. Yani potansiyel var ama o potansiyelin kinetik hale dönüşmesi gerekiyor. Onu Ankara'da gördü Cahit. Cahit'in İstanbul hayatıyla Ankara hayatı arasında böyle bir fark vardı.
Cahit araba da kullanıyordu, hayret edilecek bir şey, içgüdüyle. Akif dedi ki, “Cahit ya, bu arabayı sağa sola çarpmadan nasıl sürüyorsun?”. Cahit de “sen yürürken sağa sola çarparak mı yürüyorsun, bu da öyle bir şey” dedi. “Allah Allah! Hiç böylesini de düşünmemiştim“ dedi Akif de.
Bir gün bu evden çıktık, bizim derginin hazırlıkları falan burada yapılırdı, burada derken bu odada yapılırdı, burada konuştuk işi, uygulamak üzere dışarı çıktık. Burası yokuş aşağı, iniyoruz, caddeyi geçtik, ben dergiyle ilgili birşey anlatıyorum Mithad Paşa caddesi vardı, oraya gelince ne diyorsun Cahit iyi olmaz mı dedim. Kolundan da tuttum, bir baktım yanımda başka birisi, Cahit diye düşündüğüm adam tanımadığım bir adam. Adamla bakıştık, “Ya arkadaş kusura bakma yanımda bir arkadaşım vardı seni o zannettim “ dedim. “O arkadaşın iki sokak önce ayrıldı ben de her nasılsa senin yanındaydım, sen farketmeksizin sözüne devam ettin, öyle iştahlı anlatıyordun ki sözünü kesmeye kıyamadım. Sana buraya kadar refakat ettim.” dedi. Cahit çekip gitmiş, biz de Cahit'e anlatıyoruz diye işte falanca sayımızın ağırlığı şu olsun, bu sayıya şu yazıyı koysak mı koymasak mı, işte o anki problemlerimiz neyse onu anlatıyorum, onun da beni dinlediğini düşünüyorum, meğer Cahit gitmiş, yerine benzeri de değil, alakasız bir adam gelmiş. O huyu da bir taraftan öyle devam ediyor.
Dergiyi çıkartmaya karar verdikten sonra, yol haritasını nasıl çizdiniz?
Karar verildikten sonra dedim ki “Bu dergiyi çıkartalım ama amatörce olmaz bu saatten sonra, bir yerimizin yurdumuzun olması lazım.” Edebiyat Dergisi’ne bir arkadaşın dükkanını idarehane olarak göstermiştik, yasal olarak mecbursun böyle bir yer göstermeye. Bir yer tutmamız, kira ödememiz lazım. Dergi kendisini kurtaracak mı kurtarmayacak mı bunları düşünmemiz, kimin yazacağı, yazmayacağı önceden belli olması lazım. Ben bu işe gireceksem şunu önceden öğrenmem gerek: Hazırda yazı var mı? Bu işe evet diyen arkadaşları toparlayalım, bu arkadaşlar bize 6 aylık yazı hazırlayıp getirsinler, paradan daha önemli, yazılarımız hazır olursa matbaaya veririz, borç altına gireriz, çıkartırız ama yazı olmayınca matbaaya neyi vereceksin? Kendimden başka sözümü dinleyen olmadı, ben bile 4 sayılık yazıyı ancak çıkartabildim.
Peki, Mavera'nın dönemin diger dergilerinden temel farkları nelerdi?
Mavera, diğerleri gibi şahısların keyfine bağlı olan bir dergi olmamalıydı. Şahıslara rağmen dergi her ayın birinde çıkmış olmalı, şahıslardan çok dergi ön plana çıkmalı, biz gözümüzü yumduğumuz zaman bile bu dergi çıkmaya devam etmeliydi. Onun için biz bunu gayrişahsi hale getirdik.
Dışardan gelen yazılara açık olduk, ama hiçbir zaman bu derleme yazılara muhtaç olmamayı ilke edindik. Ayrıca başka dergiler gibi şairler, yazarlar mezarlığı olmamaya gayret ettik. Özellikle sol görüşlü dergilere baktığın zaman, mesela Varlık dergisi, 1951 , ben en çok o dergiyi takip ediyordum. Yüzlerce adını sanını bilmediğin şaire rastlayabilirsin orada. 3 şiiri yayınlanmış, hatta kitapları çıkmış ama bugün adını sorduğumuz zaman bilemezsiniz. Bir gençlik hevesiyle yazmış geçmişler. Biz dedik böyle olmayalım. Bize bir öykü veya bir şiir, deneme gönderen arakdaşlara ilan verdik. “Yayınlamadığımız zaman kırılıp vazgeçmeyin, devamını gönderin, 8-9 tane olduğu zaman biz sizin ciddiyetinize inanacağız, siz bizim yazarımız, Mavera'nın şairi, öykü, deneme yazarı olacaksınız” dedik.
Aranızda belirli bir iş bölümü var mıydı?
Evet bir iş bölümü yapmıştık, ben tashih işleriyle ilgileniyordum, Cahit matbaa işleriyle uğraşıyordu. Ağırlık ikimizin üzerindeydi, Erdem o tarihte Maraş'taydı zaten, yazılarıyla destekliyordu dergiyi. Cahit'e ek olarak bir de şunu yapabilirsin dedim, “Okuyuculardan gelecek yazıları oku, icabında bizim de fikrimizi al, cevap yaz.” Onu çok güzel benimsedi, özellikle şiir gönderenleri falan azarlıyor ama herkes onun azarlamasından hoşlanıyor, özellikle azarlanmak istercesine de gönderiyorlar, o da güzelce paylıyor. Arada bize de danışıyor, şu hikayeyi oku da ne yazalım buna diyor, okuyorum fikrimi söylüyorum, o da yazıyor. Hikayeyi Rasim'e okuttum o senin için şöyle şöyle söylüyor diyor.
Bundan birkaç yıl önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi bizim adımıza bir program düzenlemiş, konuşmacılardan Murat Yalçın bir anektod anlattı, inşallah ismini doğru söylüyorumdur, bize bir mektupla bir hikaye göndermiş, ben de cevaben “hikayesinde iş yok ama mektup yazmaya devam etsin” demişim. O da bunu anlattı, ben diyor sonradan mektup yazmaya devam etmedim ama hikaye yazmaya devam ettim. Öyle güzel tutulan bir şey Cahit'in o cevapları.
Bizim burada söylemeden uyguladığımız bir kural vardı. İttifakla iş yapardık. Bir yazı koyulacak mı koyulmayacak mı ittifakla karar verilirdi. Ama aramızdan biri itiraz ettiginde diyelim ki herkes koymayalım dedi, ben koyalım dedim, ısrar ettim. Koyardık ama orada da bir ittifak vardı.
Mavera'nın kişilerden bağımsız bir dergi olmasını hedeflediğinizi söylediniz, bunu mümkün kılmak için neler yaptınız?
Şu zihniyetle başladık, bizim bu derginin başlatılmasında bir fonksiyonumuz, bir rolümüz var ama oldu ki biz buhar olduk, kaybolduk ortadan, bu dergi çıkmaya devam etsin istedik. Biz istiyorduk ki sadece yazar olarak kalalım. Bunun için yazı işleriyle uğraşacak, editör olacak, bu dergiyi çekip çevirecek elemanlar aradık. 1- 2 sayı uğraşıp hepsi tırstı sonra, İsmail Kıllıoğlu, Nabi Avcı, Ahmet Kot, Ömer Lekesiz var mıydı hatırlamıyorum, o da gelip giderdi, Ahmet Şirin, Ramazan Dikmen, İhsan Işık… Bu arkadaşların herbirine biz şunu söyledik “Bizi yok farzedin, biz de herkes gibi bu yayın bürosuna dışardan geliyoruz, bizi dışardan gelen insanlar kabul edin, bu dergiyi siz çıkartın”.
Hocam, belki ilk başta sormalıydık, “Mavera” ismi nasıl ortaya çıktı?
1968 yılında Edebiyat Dergisi’ni çıkartmaya karar verdigimizde “Herkes bir isim söylesin.” dedi Nuri abi. Dedim ki “Mavera olsun.” Nuri abi, o tarihte iyice öztürkçeci, “Yok Rasimcim, Gökçeyazın olsun” dedi. Ataca'nın etkisiyle edebiyat kelimesinin yerine kullanılıyor o tarihte bu kelime. “Abi, madem bir cins ismi, özel isim olarak kullanacağız, “Gökçeyazın” yadırganabilir, biraz Arapça olmakla beraber edebiyat dersek daha benimsenen bir isim olur. Edebiyat diyelim.” dedim. Akif, Erdem var. Akif birden çok benimsedi Edebiyat'ı. Üstaz, dedi edebiyat olsun. Bizim böylece mavera teklifimiz akim kaldı. Aradan seneler geçti. 76’da bu derginin ismini koyacağımız esnada yine herkes bir şeyler söyledi, dedim ki “Sözler olsun.”
Derginin çıkması kararlaştırıldı. Klişe filan yaptıracağız. Antet kağıtlar, zarflar bastıracağız. Ahmet Kot ve Nabi Avcı kompozisyon falan yaparlardı. “Abi, ben refrasetleri getirdim, kompozisyonu çıkartıp matbaaya götüreceğim. Derginin adı ne?” dedi Ahmet. “Sözler” dedim. Dedi ki “İstanbulda Sözler adlı bir yayınevi var.” O zaman, dedim, olmaz. Her ne kadar o İstanbul'da biz Ankara'da isek de biz bu dergiyi dünyanın her tarafına dagıtmayı düşünüyoruz. Ama neyimize, neremize güvenerek? Böyle para pul desteği yok arkamızda. Dedim, “Ahmet bana bir voltalık müsade et”. Bir volta attım odanın ortasında, dedim “Mavera, çabuk yaz.”
Mavera'nın yazın hayatına merhaba deyişi, daha önce pek de rastlanmamış bir şekilde, bekleyenlerine gönderilen bir mektup ile duyurulmuştu. Biraz bu mektuptan bahseder misiniz bize?
Evet, bir mektup hazırladık, böyle bir dergi çıkartıyoruz, bu dergi herkesin buluşma noktası kabilinden. Son cümlesi şöyle: “Mavera bir yaşama biçimi halinde özvarlığımızı yeniden yürürlüğe koyma davasını güdenlerin edebiyat alanındaki bir buluşma yeridir.” Orada özvarlığımız dediğimiz şey İslam, ama o kelimeyi mümkün mertebe zikretmemeye çalışıyoruz. Fincancı katırlarını ürkütmemek için. Bir de bizim yaptığımız yanlış İslam'a mal edilmesin gibi bir kaygımız var. Aslında orada mektubun içinde İslam’a tekabül etmesi için ugraştığımız kavramlar vardır. O mektubu yayınladık, dağıttık her tarafa.
Bu dönemin nesli, sizin dönemin nesline göre daha apolitize olarak tanımlanıyor. Dergi “Gelin beni çıkarın” dedi diyorsunuz, Türkiye'nin herbir köşesinden gelen talepten bahsediyorsunuz. Acaba bu hareketin bereketini sağlayan nedir? Sizin nesli bizimkinden farklı kılan nedir?
Bugün şimdi sen kendi şartlarını okuyacaksın. Bana sorarsan bugunkü şartlar o günkü şartlara göre çok daha mebzul, daha bol imkanlara sahip, hiçbir eksiği yok. Demirel'in bir sözü vardı. Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsin. Yani bana şunu dedirtemezsin, bugünkü nesil kurumuş. Tam tersine 70-80 lilerin neslinden daha zengin. Çünkü bizim de omuzlarımıza basarak yükseliyor, onun birikiminde. Kendisi bunun farkında olsun, olmasın önemli değil.
Dergi kadrosu dışındaki yazarlara bakış açınız neydi?
Kişisel şeyleri hiç sözkonusu etmedik biz. İyi yazmak önemliydi. Batıda bir deyim var “argumento ethomine” diyorlar Latince. Türkçe'de göbekten aşağı vurmak denilen şey. Mesela bir programda adam profesördü, karşısındakine cevap veremeyince, sen daha masterını yapmamışsın, şöylesin böylesin diye konuştu durdu. İşte bu Argumento Ethomine, biz kesinlikle bundan kaçalım dedik.
Mesela bir sayımızın konusu iletişimdi. Diyorduk ki, iletişimle ilgili yazısı olan varsa getirsin veya ben o konuyla ilgili yazan, bilgisi, ilişkisi olanları tespit ederdim. Onlara ya mektup yazmak ya telefon etmek suretiyle derdik ki hocam sizin de katkınız olsun istiyoruz. İşte bu sayı için 80 veya 81 yılıydı Ünsal Özkay o tarihte siyasal bilgiler basın yayında hocaydı. Yazı istedik hocadan, katılırım dedi önce, sonra dedi ki:”Ama ben Atatürkçüyüm.” Hocam biz size tesadüfen gelmedik ki sizin fikrinizi biliyoruz, dedim.
Mavera kendi çevresi dışındaki çevrelerde nasıl karşılandı? Yazın hayatında Mavera'nın algılanış biçimi nasıldı?
Mesela, bizim 1-2 sayıdan sonra Cumhuriyet Gazetesi'nde o tarihte Rauf Mutlay yazıyor, orda edebiyat eleştirmeni, “Bu Mavera dergisine” diyor “Bu petro dolarlar nerden geliyor?” Petro dolarlar nerden geliyor dediği tarihte bizim aylık maaşımızdan çıkıştırabildiğimiz parayı bu dergiye tahsis ediyoruz. Arkadaşlar dediler ki “Buna cevap vermemiz lazım”, “Sakın ha” dedim “Benim bilgim olmaksızın bu tür cevaplar falan vermeye kalkışmayın.” Adam bize diyor ki “Bu petro dolarlar nerden geliyor” biz “Ne petro doları kardeşim, aydan aya çıkartmaya paramız yetmiyor, bunu matbaaya borçlanarak çıkartıyoruz”, ne bu zaafımızı söylemenin alemi var, ne de öteki adamın iddiasını ciddiye almanın bir alemi var. Dedik en iyisi susmaktır, karşı tarafı nesne yerine koymaktır. Nitekim ondan sonra 2-3 defa daha yazdı. Akabinde Türk Dili dergisinde kendi camialarından bir başkası, Mustafa Şerif Onaran, Mavera dergisinin gıyabında açıklamalarda bulundu. Dedi ki: “Ben Mavera dergisini okuyorum, güzel bir dergi. O dergide de, bizim adımızı zikrediyor, böyle bir adam var, Türk öykücülüğüne işte bilmem şöyle şöyle birşeyler yapmış, o adamın olduğu yerde, benimle de yüzyüze tanışıyor değil, böyle şeyler olmaz.”
Eğer biz kendi dergimizde cevap vermiş olsaydık biz de muhatab olacaktık ama adamlar kendi içlerinde vicdanlarına sığdıramadı, yediremedi, biz uluorta ortaya çıksaydık da ya ne petro doları kardeşim, vardı yoktu dediğimiz vakit bu konuyu tartışılabilir kılacaktık.
Hocam en başta Mavera'nın bir edebiyat dergisi olduğunu söylediniz ancak elimizde Ocak 82 tarihli Afganistan özel sayısı var. Peki bir edebiyat dergisi Afganistan gibi siyasi bir olayı neden özel sayı olarak işledi?
O dönemin ideolojik kamplaşmasında bir üslup, düşmeyen, ayakta kalan bir duruş. Orada aslında dünyanın tek kutuplu olmadığını söylüyoruz o sayının takdim yazısında. Evet, Mavera bir edebiyat dergisi, diyorsunuz ki bir edebiyat dergisinde Afganistan gibi siyasi bir olayın ne işi var, biz de diyoruz ki Afganistan bizim işimiz değilse bizim işimiz nedir? Biz içinde yaşadığımız dünyanın siyasi konularına da el atarız, onlarla beraber varız biz. Şayet müslümansak bizim edebiyatımızda, yazdığımız öyküde, Afganistan olayını doğrudan göremeyebilirsin, Efendimiz (a.s) in ismini doğrudan görmeyebilirsin, hiçbir doğrudan atıf görmeyebilirsin ama uyanık bir göz onun arka planında öyle bir ismin ışıldadığını görebilir. Okuyan, mesajı seçebildiği kadar kendisi seçer, bir kere seçtikten sonra da o onun malı olur, artık senin malın olmaz. O kendisi keşfettiği için benimser. Biz orda İslam desek, başörtüsü zulmünü dile getirsek bu kadar etkili olmaz, gelir geçer .
Hocam öncelikle kıymetli vaktinizi bizlerle paylaştıgınız için teşekkür ederiz. Bitirmeden Boğaziçili öğrencilere nasihat olarak neler söylemek istersiniz?
Bir meselen varsa yola çık. Ben 50 küsür yıldır yazı yazıyorum fakat o meselemi layıkı veçhiyle ifade edemediğim kanaatini taşıdığım için yine 52. senenin, 69. yaşında bir daha o işe acaba şimdi başarabilir miyim diye sıfırdan başlayıp yarın ki yazıyı nasib olursa yazacağım. Bir meselen var mı? Bu açık olabilir veya zimni olabilir, sen de çok fazla farkında olmayabilirsin. Mesela benim bir meselem var, öykü yazarken bir insanın veya bir fikrin bir anlık durumunu yansıtabilir miyim? Bu bizi bir sürü yerlere götürdü, envai çeşit kitaplar yazıldı, bir sürü yerlere mülakatlar verdik, kendi kendimizi irdeledik, düşündük, hala da düşünüyoruz. Bu benim için bir mesele, yahut müslümanların bir meselesi, niye geri kaldık? Bu geri kaldık tabi çok çirkin bir laf, neyin gerisine kaldık? Ama bu söz bizi düşündürttü, hakikaten bir geri kalmışlık olayı var mı yoksa işin içinde bir başka olaylar mı var?
Ben şunu farkettim, bizim taa Maraş'ta , daha lisedeyken yazdığımız yazıları yollamışlardı bir gün bize, orada başlığı “terimlerde anlaşamamak” olan bir yazı gördüm.”kavramlara anlaşamamak” diyoruz, bu iş taa o zamanlardan üzerinde durduğumuz bir mesele olmuş. Bugün de hala ben diyorum ki müslümanların üstesinden gelemedikleri olay kavramlar meselesi. Yabancının, Batı'nın Avrupa'nın kendi içinde bir kavram moda oluyor, sana onu benimsetmeye çalışıyor, sen onu müslüman olarak benimseyince, arkasından İslam’ın o kavramı tecyiz edip etmediğini, ona cevaz verip vermediğini irdelemeye başlıyorsun, ila maaşallah hepsine de geçit veriyorsun. Pozitivizm mi, bunun daniskası İslam da var diyorsun. Necip Fazıl da diyor ki “Batı'nın aradığı, arayıp da bulamadığı kavramların hakikati İslam'dadır.”
Yorumlar
Yorum Gönder