İBN ARABÎ VE FÜSÛS’ÜL HİKEM HAKKINDA KISA BİLGİ


Gerçek ismi Ebû Bekir Muhyiddin Muhammed bin Âli’dir. Miladi 1165 yılında bir zamanlar İslâm toprakları olan İspanya’nın Mürsiye şehrinde doğdu. Ailesi İspanya’nın fethinden sonra (M.711) Arabistan’dan gelerek yerleşmiştir.

İspanya’daki Endülüs Emevî Devleti’nin İşbiliye şehri o dönemin dünya ilim merkezi idi. İbn Arabî küçük yaşta bu şehre gelerek fıkıh (inanç ve davranış kuralları bilimi) ve hadis (Hz.Muhammed’in sözleri) ilimlerini tamamladı. Daha sonra yine bir başka ilim merkezi olan Kurtuba şehrine gitti. Orada meşhur İslâm Filozofu İbn Rüşd’den dersler aldı.

İbn Rüşd İslâmî ilimlerdeki enginliğini eski Yunan felsefesinde de kanıtlamıştır. Eski Yunan’ın akılcı filozofu Aristo’nun ve tıpçı filozof Calinos (Galyen) ile ilgili şerhler (açıklamalar) yazarak bu filozofları İslâm ve Batı dünyasına tanıtmıştır. İbn Rüşd dinî ilimleri ilk defa doğa bilimleriyle buluşturan ilk bilgelerdendir. İbn Rüşd, İbn Arabî’ye âyet ve hadislerin dış anlamından iç anlamına inme cesareti ve anlama yöntemi kazandırmıştır.

İbn Arabî daha sonra bu etkiyi şöyle dile getirmiştir. “Hakikat bilgisine bilge kişiler akıl ve araştırma yöntemiyle yükselirler. Resuller ve Nebîler ise hakikat bilgisine vasıtasız olarak tümel bir şekilde ulaşmışlardır. Önemli olan bilgiye nasıl ulaşıldığı değil insanların akıl kapasitelerine göre nasıl anlatıldığıdır.

Şeriat ilimlerinin ezbere öğretildiği medreselerin aksine gerçek İslâm Sûfileri Platon, Aristotales, Galyen, ve Plotinus gibi filozofları yadırgamamışlardır. Onların kendi çağlarına bakan akıl ve doğa bilimlerinden yararlanmışlardır.

İbn Arabî Endülüs’deki bu bilim çeşitliliği içinde kendisini çok iyi yetiştirmiştir. İlim ve irfan mertebelerinde hayli ilerledikten sonra Mısır üzerinden Hicaz’a gitmiştir. Mekke’deki tefekkür günlerinde Fütûhat-ı Mekkiyye ( Mekke Açılımları) adlı eserini yazmıştır. Beş yüz altmış bölümlük dev bir eserdir. Kozmoloji (evreni yaratılış ve düzen olarak inceleyen bilim), astronomi (gök cisimlerini inceleyen bilim), astroloji ( gök cisimlerinin canlılar üzerindeki fiziksel ve psikolojik etkilerini inceleyen bilim), İslâmi ilimler, sûfilerin hayatları, kendi keşif ve ilhamlarını bu eserde toplamıştır. Şimdiye kadar tamamı tercüme edilmemiştir.

İbn Arabî Anadolu Selçukluları döneminde Konya’ya gelmiştir. Konya’da kaldığı zaman içinde çocuk yaştaki Sadrettin Konevî’yi etkilemiştir. Füsûs’ül Hikem’in ilk defa şerh ve izahı Konevî tarafından yapılmıştır.

Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin o sıralarda on iki yaşında olduğu ve İbn Arabî’yi bakışlarıyla derin derin süzdüğü rivayet edilmektedir.

İbn Arabî Konya’dan sonra bir müddet Malatya’da ikamet etmiş ve oradan da Şam’a giderek yerleşmiştir. Şam’daki ilim adamları ve halk onun gelişinden itibaren iki cepheye ayrılmıştır. Âyetleri ve hadisleri o zamana kadar hiç duyulmamış tarzdaki yorumları nedeniyle bir cephe onu;

Hatem’ül Evliyâ ( Velâyet boyutunun zirvesi/Bir velînin ulaşabileceği son makam sahibi)
ve
Ârif-i Billah ( Allah’ı hakkı ile bilen/B sırrı ile Allah’ı kendi özünde fark eden) olarak ilan etmiştir,

Ve iki anlamı da içeren
Şeyh-i Ekber ( en büyük âlim ) ünvânını vermiştir.

İbn Arabî’nin Allah ismi ile işâret olunan sonsuz tek/ahad varlığı tanımlayış üslûbunu kavrayamayan, âyetlerin ve hadislerin her insanın özünü şerh eden iç anlamlarını hiç düşünemeyen zahiri ezberci ilim adamları ve takipçleri ona;

Şeyh-i Ekfer ( en büyük kâfir, tanrının varlığını ve tanrının gönderdiği ferman namelerini uydurma sözlerle örten) lakabını takmışlardır.

Çünkü o, yine ilk defa bilimsel yazı dili ile Allah ve Tanrı kavramları arasındaki farkı ilim adamlarına ve halka açan şahsiyettir. Allah ismi ile işaret olunanı idrâk edebilenler ona en büyük âlim ve ârif demişlerdir. Fakat Allah ismi ile işaret olunanı ötede bir tanrı gibi algılayanlar ise İbn Arabî’nin tanrıyı reddini Allah’ı reddi gibi anlamışlar ve ona en büyük tanrı tanımaz demişlerdir.

İbn Arabî ve günümüzün “İbn Arabîleri”ne günümüzde de hâlâ aynı değerlendirmeler ne yazık ki yine aynı dinDAR zihniyetlerce devam etmektedir. Çünkü o yaşadığı çağdan itibaren İslam düşünce dünyasını (fıkıh ekolleri/mezhepler değil) tam ortadan ikiye bölebilen nâdir beyinlerden birisidir.

Şam’da vefât etmiştir. Vâdesiyle ya da katledilerek mi öldüğü kesin belli değildir.

Kabiri Yavuz Sultan Selim Han tarafından Şam’ın fethi sırasında tesbit edilerek türbe haline getirilmiştir. İkinci Abdul Hamid Han zamanında restore edilmiştir. Türbenin girişinde mealen şu dizeler yazılıdır:

“Anılır her asr, yetiştirdiği dehâ adı ile… Bundan sonra anılacak her asr benim adım ile…”

İbn Arabî Endülüs’de ve orta doğu ülkelerinde elliden fazla ilim adamı ve büyük velîlerle ciddi ilim alış verişinde bulunmuştur. Tarikat silsilesi Abdul Kadir Geylânî’ye varan Tilmisanlı Şeyh Ebu Medyen Salih’ e intisaplıdır. Şeyhi ona “Sultân’ül Ârifîn (Âriflerin Sultânı) iltifatında bulunmuştur.

Abdul Kâdir Geylânî; “Benden sonra mağrib diyârından büyük bir düşünce doğacak, benim hırkamı ona teslim ediniz” diye vasiyette bulunmuştur. Bu vasiyet gereği hırka kendisine ulaşmış ve onu Konya’da iken mânevî oğlu Sadrettin Konevî’ye hediye etmiştir.

İbn Arabî sâde bir hayat yaşamayı tercih etmiştir. Konya’da iken kendisine Selçuklu Sultanı tarafından verilen bir köşkü kapısına gelen bir dilenciye hediye ederek çıkıp gitmiştir.

Yetmiş altı yıllık ömrünün son dakikasına kadar kitap yazmıştır. Eserlerinin sayısı beş yüzden fazladır.

Füsus’ül Hikem’i vefâtından on bir yıl önce olgunluk çağında yazmıştır. Kendi ifâdesiyle, Resûlullah a.s.’ı rüyasında görmüş ve bâzı hakikatları halka açıkla işâretini alarak yazmaya başlamıştır.

Eser yirmi yedi bölümden oluşmaktadır. Her bir bölümde bir Resule verilen en belirgin hikmeti yorumlamaktadır. Hikmetler farklıdır. Fakat tüm hikmetleri varlığın sadece Allah’a ait olduğu bilinciyle açıklamaktadır.

Burada kısaca belirtelim. İbn Arabî eserlerinde ve hayatında “vahdet-i vücut” tâbirini yâni Tanrı’nın ve varlığın birbirinde eriyerek iki özlü tek bileşik olduğu anlamında asla kullanmamıştır. Kullandığı dili ve ilim ağırlığını kaldıramayan yetersiz âlimler okuduklarından anladıklarını İbn Arabî’ye mâletmişlerdir.

Yüzeysel beyinlerin vahdet-i vücuddan anladığı şudur: Tanrı (Allah ismi kullanılamaz) kendisini parçalayarak evrene yâni maddeye ve enerjiye dönüştürmüştür. Madde ve enerjiden de bitki, hayvan, insan, cin, melek boyutları oluşmuştur. Her bir parça tanrıdır. Tüm parçalar birleşince tek tanrı oluşmaktadır.

Bu düşünceye Avrupa’da “Panteizm” denir. Hind kökenli inançlardan alınmadır.

İbn Arabî’nin düşünce evrenini oluşturan inanç ise Kur’an’a ve sünnete uygun olan “tevhid” düşüncesidir.

Tevhid, kısaca; kesrette vahdeti, vahdette kesreti apaçık algılamaktır.

Vahdet ve kesret sırrı ayetlerde ve hadislerde en alt tabaka anlayış bilinci dikkate alınarak mecâzî kavramlarla anlatılmıştır. Fakat en yüksek bilinç kavramları da bu mecazların içine gizlenmiştir. Meselâ; Allah en evvel benim nûrumu yarattı, her şeyi de benim nurumdan yarattı… anlamını taşıyan hadisi tevhid bilinciyle değerlendirelim.

“Allah”, “nur” ve “nurdan oluşturulan çokluk” gibi kavramlar görünmektedir. Hâlbuki bu mecazın içinde yatan tevhid gerçeği şudur.

“Allah” var olan tek hakikattir.

“En evvel yaratılan nur”, zamansal olarak evvel anlamını taşımaz, en yüce-en üst sıfat anlamına işarettir. Bu da kudret sıfatıdır, Kâdir ismi ile belirginleştirilir.

“Nur” ise Allah’ın yoktan var edip de nur ve kendisi olarak iki varlık konumuna bürünmesi anlamını taşımaz. Nur; Allah’ın ilmi’dir.

“Allah’ın yaratması”; ilminde (nurunda) kudret sıfatı ile sonsuz mânâları seyretmesidir.

“Muhammedî nur”; Allah ilminin sonsuzluğunu ifâde eder. Öyle bir sonsuzluk ki sonu olmayan sonsuz mânâlar…

İşte “her şey” Allah’dan gayrı varlık kazanmamış olan bu mânâlardır.

Görüldüğü gibi tek bir gerçek (vahdet), sonsuz mânâlar (kesret) olarak anlatılabilmektedir. Mânâların çokluğu varlığın çokluğu anlamını ya da varlığın parça parça maddelerden oluştuğu anlamını içermiyor.

İbn Arabî’nin tüm eserlerinde savunduğu kısaca anlatmaya çalıştığımız bu görüştür ve çıkış noktası tam anlamıyla Muhammedî tevhid ilim ve irfânıdır.

Bâzı ilim erbâbı meselâ İmam Rabbânî gibi zâtlar Şeyh-i Ekber’in eserlerini okuyanların vahdet ve kesret sırrını tevhid edemediklerini ve panteizm felsefesine kaydıklarını görmüştür. Yanlış anlaşılmayı engellemek için İbn Arabî’nin düşüncelerini reddetmiş ve kendisi “Her şey Allah’ın isimlerinin gölgeleridir” tezini sûfizme yerleştirmeye çalışmıştır.

Aslında İbn Arabî’nin; “Her şey Allah’ın ilminde varlık kazanmadan yokluk mahiyetinde mânâ olarak mevcuttur” düşüncesi ile İmam Rabbanî’nin tezi arasında sonuç olarak hiçbir fark yoktur. Sadece anlatım tekniği farklıdır.

Nasıl ki İbn Arabî’yi okuyanların tamamına yakını yeterli dini, tasavvufi bilgiye sahip olmadığı için panteizme benzeyen vahdet-i vücud düşüncesine kayıyorsa İmam Rabbanî’yi okuyanların tamamına yakını da yine aynı nedenle Allah’ı ötedeki bir tanrı gibi düşünmek (şirk-i hafî/fark edilemeyen ikilik zannı) düşüncesinden çıkamıyorlar.

Bu konular o dönemlerde anlaşılması zor şeylerdi. Anlayanlar ya yanlış anlıyor ya da hemen “kâfirce düşünceler” hükmünü veriyordu. Günümüzün dünyasında ise sûfizmin tevhid düşüncesi neredeyse (ilgilenenler için) ilkokul seviyesinde dahi kavranılabilecek geniş düşünce kaynakları arz etmektedir.

***
Bu çalışmada Füsus’ül Hikem’in paragraflarından anladığımız tevhid mesajlarını yazıya aktarmayı deneyeceğiz. Çalışmamız cümle tekrarı ve cümle özetleme şeklinde değildir. Mümkün olduğu kadar Arapça ve Osmanlı Türkçesi ile verilen tasavvuf kavramlarını kullanmamaya çalışacağız. Gerekli yerlerde de kısa parantez içlerinde orijinal kavramı ve ya günümüzün anlamını cümle yapısının devamı gibi vereceğiz.

Kitabın her paragrafında hemen hemen bağımsız bir kavram anlatılmaktadır. Kitabın orjinalinde de paragraflar arasında anlam bütünlüğü olmadığı için bu çalışmayı yavaş ve düşünerek okursak daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz.

Başvuru kaynağımız MEB yayınlarınının 1992 basımlı Füsûs ül-Hikem isimli kitabıdır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar