İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK / Osman Nuri Topbaş




Sahâbeden Hakîm bin Hizâm t, Hazret-i Hatîce vâlidemizin akrabâsı idi. Cömert, müşfik, hayr u hasenât sâhibi biriydi. Câhiliye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, hayatlarını kurtarır ve himâye ederdi. Müslüman olduktan sonra bir gün Rasûlullah r’e: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, câhiliye devrinde yaptığım hayırlar var: Sadaka vermek, köle âzâd etmek, sıla-i rahim yapmak gibi… Bunlara mukâbil bana ecir verilir mi?” diye sordu.
Fahr-i Kâinât Efendimiz r şöyle buyurdu: “–Sen zâten, daha önceden yaptığın bu iyiliklerin hayrına İslâm’la şereflendin!” (Buhârî, Zekât 24, Büyû 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, Îmân, 194-196)

Demek oluyor ki güzel ahlâk, Hak katında, îman şerefine nâiliyetin bir bedeli sayılabilecek kadar muazzam bir kıymeti hâizdir.

Bizler meccânen, yani bir bedel ödemediğimiz hâlde, lûtfen ve keremen İslâm nîmetiyle şereflendik. Bu yüzden îmânımızın bedelini ödemek için, Rabbimizin bu sonsuz lûtfuna şükrâne olarak, İslâm ahlâkını şahsiyetimizde en zarif bir şekilde temsil etmek durumundayız.

Allah Teâlâ’nın insanoğluna bahşettiği ahlâk, onu diğer mahlûkattan ayıran en belirgin vasıftır. Ahlâkî değerlerini kaybeden bir insan, aslında insanlık vasıflarına da vedâ etmiş demektir. İnsanı insan yapan, onun güzel ahlâk ile bezenmiş olması; insanlıktan çıkaran ve “bel hüm edall : hayvanlardan da aşağı” bir zillete düşürense, ahlâksızlık batağına saplanmasıdır.

Ahlâsızlık neticesinde “insanlık haysiyeti”ni terk eden nankörlere, nice ilâhî azap ve intikam tecellîleri vâkî olmuştur. Muhtelif ahlâksızlıkları âdeta meslek edinmiş olan Âd, Semud ve Lût gibi kavimler, bunların en bâriz misalleridir. Geçmişte helâk edilmiş bu gibi kavimlerden bugüne intikâl etmiş bâzı insanların, günümüz toplumlarında da mevcûdiyetini görmekteyiz. Cenâb-ı Hak bunlara dikkat çekerek ibret almamızı ve mânevî helâke dûçâr olmaktan sakınmamızı istemektedir.

O hâlde en mühim insanlık vasfımız olan ahlâkımızı tekâmül ettirerek îmanımızın zaafa uğramaması için gayret göstermemiz îcâb eder.

Zira dînin gâyesi; güzel, ince ruhlu ve iç âlemini temizlemiş insan yetiştirmektir. Bu da, Hakk’a kulluğu idrâk ile olur. İslâm’a göre ideal insan, Allah ve Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmış olan kimsedir. Bu ideale varabilmenin yolu ise mânevî terbiye ve eğitimden geçer.

Diğer taraftan en zor terbiye, insanın terbiyesidir. Zira insanda, diğer varlıklarda olmayan, terbiyeye muhtaç bir nefs ve şiddetli bir benlik vardır. Şüphesiz ki bu durum, insanoğlunun ilâhî imtihana tâbî olmasının bir neticesidir.

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, insanlığa en büyük insan terbiyecileri olan peygamberleri göndermiştir. Peygamberler, en yüce ahlâk numûneleri ve mürebbîleri/terbiyecileridir. Nitekim Peygamber Efendimizr: “Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”1 buyurarak vazifesinin özünü ifâde etmiştir.

Peygamber Efendimiz r’in ahlâkı, Rabbimizin kullarından istediği en yüce ahlâkın zirve numûnesidir. Bu hakîkati Rabbimiz; “(Rasûlüm!) Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin.”2 âyet-i kerîmesiyle beyan buyurmuştur.

Nitekim Efendimiz r de; “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi de pek güzel kıldı.”3 beyânıyla, mübârek şahsındaki yüce ahlâkın, “ilâhî ahlâk” menbaından olduğuna işâret buyurmuştur.

Dolayısıyla “ilâhî ahlâk”ın hakîkatine vâkıf olabilmek için en güzel vesîle, Muhammedî ahlâkı yakînen tanımaktır. O’nda ne kadar fânî olunabilirse, ilâhî ahlâkın esrârı o kadar ayân olur. Allah Teâlâ’ya en çok yaklaşanlar da, Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in izini güzel ahlâk ile tâkip edenlerdir.

Hazret-i Âişe c vâlidemiz, kendisine Rasûlullah r’in ahlâkı sorulduğunda; “O’nun ahlâkı Kur’ân’dır.”4 buyurarak Muhammedî ahlâkın özünü hulâsa etmiştir.

Hazret-i Ebû Bekir t da bizlere şu telkinde bulunmuştur: “Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, vereceği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki, bu vesîleyle kul, ibâdete ve güzel ahlâka riâyet etsin ve azaptan sakınsın.”

Bizler de gönül feyzimizi, ilâhî ahlâk sergisi olan Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet derslerinden ve Kur’ân ahlâkını yaşayışıyla şerh ve îzah etmiş olan Allah Rasûlü r’in rûhî dokusundan almalıyız.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler: “Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve vasıflarıdır. Okuyup tatbik edersen, kendini peygamberlerle, velîlerle görüşmüş farzet! Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymaz ve Kur’ân ahlâkını yaşamazsan, peygamberleri ve velîleri görmenin sana ne faydası olur?.. Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayanlar, onu yaşayanlardır.”

Mü’min; Kur’ân’ın ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla da kâmil olduğu takdirde âdeta ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olur. Bunun için de Kur’ân-ı Kerîm’i, mânâsını tefekkürle ve ona kalbini samimiyetle açarak tilâvet etmek, aklen ve kalben Kur’ân iklîminde yaşamak ve davranışlarına Kur’ân ölçülerini hâkim kılmak gerekir.

Bunun neticesinde mü’minde merhamet, şefkat, ikram, sehâvet, affedebilme, kendi imkânlarını bir din kardeşiyle paylaşabilme hasletleri, târifsiz bir huzur ve lezzet hâline gelir.

KULU RABBİNE SEVDİREN HASLETLER

İlâhî ahlâk ile ahlâklanmak, her şeyden evvel, gönlün Allâh ile beraberliğine bağlıdır. Bunun vâsıtası ise muhabbettir. Zira “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”5 buyrulmuştur. Bu beraberliğin bir mânâsı da husûsiyetlerin beraberliğidir. Zira muhabbet, seven ile sevilenin husûsiyetlerindeki müştereklikten kaynaklanır.

İnsanın özünde ilâhî bir sır vardır. O sır, nefha-i ilâhî olan ruhtur. Bir kul, Allâh’ın kendi rûhundan üfleyerek lûtfettiği rûhunu, bir de ilâhî güzelliklerle donatabilirse, Allâh’ın muhabbetine vesîle olan en güzel müştereklik gerçekleşmiş olur. Nitekim Allâh’ı seven mü’minin her hâl ve hareketi, O’nun esmâ ve sıfatlarından izler taşır.

Şunu da belirtelim ki, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmakla kasdettiğimiz; Rabbimiz’in kullarında görmek istemediği azamet ve kibriyâ gibi celâl sıfatlarıyla değil, O’nun kullarında görmekten hoşnud olduğu şefkat, merhamet, affedicilik, cömertlik gibi cemâlî sıfatlarıyla ahlâklanmaktır.

Cenâb-ı Hak, bu şekilde kendi esmâ ve sıfatlarının eserlerini gördüğü kulunu sever. Meselâ; Allah Teâlâ, “tek” olduğu için tek’i, güzel olduğu için güzelliği ve güzeli, âlim olduğu için âlimleri, cömert olduğu için cömertliği, güç ve kudret sâhibi olduğu için, zayıf mü’minlere kol-kanat geren madden ve mânen güçlü mü’minleri, vaadinden dönmeyen ve ahdine vefâ gösteren olduğu için vefâkârları, sâdık olduğu için doğru ve dürüst davrananları sever. Bu gerçeği, bütün cemâlî esmâya şümûllendirmek mümkündür.

Nitekim şu hadîs-i şerîfler, Allâh’ın muhabbetine nâil olmanın, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmaktan geçtiğine dâir ne güzel misallerdir: “Allah Teâlâ cömerttir, ihsan sahibidir; cömertliği sever. Yine O, güzel ahlâkı sever…” (Süyûtî, el-Câmî, I, 60; Tirmizî, Edeb, 41/2799)

“…Allah Rafîk’tır (rıfk sahibidir), rıfkla (yumuşaklıkla) muâmeleyi sever. Sertliğe ve diğer şeylere vermediği sevâbı, rıfkla muâmeleye verir.” (Müs¬lim, Birr, 77)

Yine bir defasında Rasûl-i Ekrem r Efendimiz: “–Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmuştu.

Bir sahâbî: “–Yâ Rasûlâllah! İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır.” dedi.

Peygamber Efendimiz r bunun kibir olmadığını belirterek: “–Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise büyüklenerek (Allâh’ın lutfettiği nîmetleri nefsine izâfe ederek) hakkı inkâr ve reddetmek, bir de insanları hakir görmektir.” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 147; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 133)

Yine Rasûlullah r Efendimiz, izârsız6 olarak açık bir alanda gusleden bir kimse gördü. Bunun üzerine minbere çıktı, Allâh’a hamd ü senâdan sonra şöyle buyurdu: “–Allah çok hayâlı ve çok gizlidir. Bu sebeple hayâyı ve örtünmeyi sever. O hâlde herhangi biriniz gusledeceği zaman örtünsün.” (Ebû Dâvûd, Hammâm, 1/4012)

Şeyh Sâdî Hazretleri, Gülistan adlı eserinde, ilâhî bir ahlâk olan “hayâ” husûsunda buyurur ki: “Günahkâr kullardan biri, kabul edilir ümîdiyle ellerini açar, duâ eder. Fakat Allah Teâlâ onun duâsını kabul etmez. O kul tekrar duâ eder, Allah yine kabul etmez. Kul üçüncü defâ ellerini açar, duâ edip yalvarmaya başlar. Bu sefer Cenâb-ı Hak buyu¬rur ki: «–Ey benim meleklerim! Kulumun ısrarla yaptığı duâyı kabul ettim ve istediğini verdim. Çünkü bir kulumun uzun uzadıya duâ edip inlemesinden utanır, hayâ ederim.»”

Şeyh Sâdî, bunu naklettikten sonra der ki: “Allâh’ın lutuf ve keremini gör ki, günâha giren kuldur, fakat hayâ eden Allah’tır.”

Peygamber Efendimiz r’in; “örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha fazla hayâ sahibi” şeklinde tavsîf edilen ahlâkının kaynağı da, şüphesiz ki bu ilâhî ahlâktır.

Âyet-i kerîmede buyrulur: “De ki: (Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da Rasûlü de mü’minler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allâh’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (et-Tevbe, 105)

Rasûlullah r Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “Sağlığım sizin için hayırlıdır: Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum! Vefâtım da sizin için hayırlıdır: Amelleriniz bana arz olunur, hayırlı amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı Allâh’a hamd ederim; kötü amellerinizi gördüğümde ise sizin için Allah’tan mağfiret dilerim.” (Heysemî, IX, 24)

Ümmet-i Muhammed olarak bizler de yapıp ettiğimiz bütün amellerin dâimâ Allah tarafından görülmekte olduğunu ve hattâ Rasûlullah r Efendimiz’e de arz edileceğini unutmayıp, onların gözleri önünde yapamayacağımız yanlışları yapmaktan son derece hayâ etmeli ve sakınmalıyız. Zira bugün yanlışlardan sakınmak, kişiyi yarın mahşer gününde rezil olmaktan kurtaracaktır.

GÖNLÜ  İLÂHÎ AHLÂKA AYNA KIL…

Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde bir kıssa nakleder: “Hazret-i Yûsuf u’a çok uzak diyarlardan, yüreği muhabbetle dolu bir dostu gelip misâfir olur. Onlar, çocukluktan beri samimî birer dostturlar.

Güzelliğiyle göz kamaştıran Hazret-i Yûsuf, bir müddet onunla sohbet ettikten sonra nükteli bir tarzda: «–Söyle bakalım dostum, bize gittiğin yerlerden ne hediye getirdin?» der.

Misâfiri, bu istek karşısında önce ne diyeceğini bilemez. Ardından, hissiyâtını şu samimî ifâdelerle dile getirir: «–Sana armağan getirmek için, şu fânî âlemde birçok şeye nazar ettim. Fakat hiçbirini gözüm tutmadı, hiçbirini sana lâyık göremedim. Bir kırıntı büyüklüğündeki altın parçasını bir altın yatağına veya bir damlayı bir denize nasıl armağan olarak götürebilirdim ki? Senin güzelliğine denk olacak hangi tohum vardır ki bu Mısır ülkesinin ambarında bulunmasın? Sana getirilecek hediye, ancak senin güzelliğinin bir eşi, bir benzeri olmalıdır. Bu yüzden ben de çâresiz, sana gönül nûru gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna getirip sunmayı lâyık gördüm.


Ey Güneş gibi gökyüzünün nûru olan Yûsuf! Sana gönül nûrundan bir ayna getirdim ki, ona baktıkça kendi güzelliğini görüp hayrân olasın. Onda güzel yü¬zünü gördükçe, Rabbin sendeki cemâlî tecellîlerini seyredesin ve beni de hatırlayasın.»

Misâfir bunları söyledikten sonra koltuğunun altından bir ayna çıkarır ve Hazret-i Yûsuf’a takdîm eder.”

Hak Teâlâ Hazretleri, her şeyden müstağnîdir. Kâi¬natta hiçbir güzel ve kıymetli şey yoktur ki O’nun sonsuz hazinelerinde mevcut olmasın. Zira O, bütün güzelliklerin asıl Hâlık’ı ve müsebbibidir. Bu sebeple O’nun yüce huzûruna takdîm edilebilecek en makbul hediye, mâsivâ kirlerinden arınarak ilâhî ahlâk tecellîlerine mâkes olan, mücellâ, musaffâ ve pâk bir gönül aynasıdır. Yani Rabbimizin nazar kıldığında, kendi cemâlî sıfatlarını seyredip râzı olacağı bir kalb-i selîmdir. Hakk’ın güzelliğine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir kalp, Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediyedir. Zâten Rabbimizin bizleri huzûr-i ilâhisine kabûl buyurması da ancak “kalb-i selîm” ile mümkündür.

Nitekim âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle ifâde buyrulur: “O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât! Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 88-89)

Yine Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: “Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzûruna yokluk götür.


Mârifet, kesretten vahdete intikâl edebilmek ve Hakk’ın rengine boyanabilmektir. Göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.


Sen de nefsânî arzulardan sıyrıl, yokluğa, yani hiçliğe er! Zira her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar…”

Bilmelidir ki; nefsânî menfaat ve arzular; rûhumuza serpilen zehirlerdir. Her biri rûhânî hayatımıza vurulan zincirler mesâbesindedir. İlâhî ahlâka da ancak bu nefsânî zincirler koparıldıktan sonra ulaşılabilir.

Yani Allâh’ın muhabbetine, yakınlığına ve dostluğuna giden yol, yaşayışımızla ilâhî ahlâka bir ayna olabilmekten geçer. Öyle bir ayna ki, ona bakan herkes, orada nefsânî zaaflarla mâlûl hâl¬leri değil, Hakk’ın cemâlî esmâsının tecellîlerini seyretmelidir. Zira ke¬sâ¬fet¬le buğulanmış ve kararmış kalplerin ilâhî ahlâktan alacağı hiçbir nasip yoktur.

Tasavvuf büyüklerinin; “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma” tâbir ettikleri Hak’ta fânî olmak da böyle bir tezkiye ve tasfiyeden, yani mânevî arınmadan başka bir şey değildir. Seyr u sülûk yolunda muhabbet murâkabesinin sıhhat ve hakikati de ancak bu alâmetle bilinebilir. Zira mânevî terbiye sistemi olan tasavvufta vâsıta muhabbet, netice ise “âdâb”dır. Tasavvuf, kalbin safâya, yani mânevî arınmaya ermesinin ifâdesidir.


Nitekim Ebû Bekir el-Kettânî: “Tasavvuf ahlâktır. Ahlâk itibârıyla senden üstün olan kimse, safâ, yani mânevî temizlik bakımından da üstündür.” buyurmuştur.

Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî de: “Tasavvuf ne şekil, ne de bir ilimdir; o sadece güzel ahlâktan ibârettir. Eğer şekil olsaydı mücâhedeyle, ilim olsaydı öğrenmekle tahsîl edilirdi. Bu sebeple sırf şekil ve ilim, maksada ulaştıramaz. Tasavvuf, Hakk’ın ahlâkına bürünmektir.” buyurmuştur.

HAK YOLCULUĞU

Tasavvuf, îman, İslâm ve ihsân rehberliğinde kat edilecek bir Hak yolculuğudur. Bu yolculukta mü’minin vazifesi, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfatları üzerinde tefekkür ederek, onların gerektirdiği ahlâk ile ahlâklanmaktır.

Bursevî Hazretleri bunu ne güzel îzah buyurur: “Bilesin ki dînî makamlar üçtür: İslâm, îman ve ihsan. Allâh’ın isimlerini zikretmek de üç türlüdür: İslâm makamında taalluk, îman makamında tahalluk ve ihsan makamında tahakkuk ile. İslâm makamında taalluk ile Allâh’ın isimlerini zikretmek; sâlikin, bu isimlerden her birinin eserlerinin kendi nefsinde, bedeninde, bütün zerrelerinde, bütün hâl ve hareketlerinde görünmesini istemesidir. Bütün zuhurâtın, zikrettiği isimlerin hüküm ve eserleri olduğunu görerek, nîmetlere şükretmek ve belâlara sabretmek gibi, her esere uygun karşılığı vermesidir…


Îman makamında tahalluk ile bu isimleri zikretmek; rûhun bu isimlerin mânâ ve hakikatlerine vâkıf olması ve; “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanın.” 7 buyruğu gereğince o isimlerin her biriyle ahlâklanmakla olur. Bu takdirde bu isimlerden biriyle ahlâklanan kişi, o ismin aynısı gibi olur. Yani o isimden tecellî eden şeyler, bu kişiden de aynen tecellî eder…


İhsan makamında tahakkuk ile Allâh’ın isimlerini zikretmek ise; takvâ ile ve sahip olduğun veya içinde zuhur eden, sonradan olmuşluk mührü vurulmuş bütün sûret ve mânâlardan soyunmak ve hakikî huzur örtülerine bürünmekle olur.” (Rûhu’l-Beyân, VI, 440-441)

Yani ihsan duygusu, her şeyin hakîkatinin ve mutlak varlığın sadece Cenâb-ı Hak olduğunu görüp Allah’tan gayrı bütün varlıkların ve hâdiselerin, izâfî, geçici ve gölge hükmünde olduğunun idrâkine ulaşmaktır. Dâimâ Hakk’ı görürcesine bir kulluk şuurunu kazanmak ve bu hâlet-i rûhiyeyi kalpte sâbitleyerek şahsiyetin hâkim ve ayrılmaz bir unsuru hâline getirerek yaşamaktır. Bu da Allah’ta fânî olan Hak dostlarının kârıdır.


HAK DOSTLUĞU

İlâhî muhabbet ve dostluğu temin edecek bir ahlâklanma neticesinde “Hak dostu” mertebesine erişebilmek, her mü’minin en yüce gâyesidir. Hak dostları, tasavvuf yolunda zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş ve kalbî merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ve “peygamber vârisliği” şerefine ermiş bahtiyarlardır. Onlar, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yine onlar, ilâhî ahlâkın fiilî ve müşahhas numûneleridir.

Hak dostları îmân ile mârifetullâh’a; takvâ ile de yüksek ahlâka ulaşmış olduklarından, en zor günde bile her türlü korku ve kederden selâmette olacaklardır. Çünkü onlar, en üstün kudret sahibi olan Allâh’ın dostluğuyla, en emin himâyeye sığınmışlar ve ilâhî teminat altına girmişlerdir.

Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Bilesiniz ki Allâh’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar, îmân edip de takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 62-63)

Bu âyet-i kerîmeler, “Allâh ile dostluk” pâyesine erebilmenin şartını; “îman ve takvâ” olarak hulâsa etmektedir.

Îman, bütün bâtıl ve yanlış inançlardan arınarak yegâne ilâhın Allâh olduğu hakikatine tam bir kalbî itmi’nân ile ulaşmaktır.

Takvâ ise her türlü sapık ve kötü yollardan, başıboş, nefsânî ve hayvânî bir yaşantıdan kurtularak kalbi bütünüyle Allâh’a teslîm etmek, hayâtı ilâhî gerçekler ışığında düzenlemek ve böylece “ilâhî bir ahlâk disiplinine girmek”tir.

Mutasavvıfların hedefi de bu hakîkate ulaşmaktır. Bu da Allâh ile kurulan kalbî bir râbıtayı ifâde eder. Sıhhatli bir şekilde bu râbıtayı kuran kişi, ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak Rabbin velî bir kulu olur. Artık onda nefsânî ihtiraslar ve temâyüller hayâtiyetini kaybeder. Tıpkı bir akarsuyun denize vâsıl olduktan sonra kendi hüviyetini kaybedip denizde yok olması gibi, artık sadece Rabbinin murâdına muvâfık hâl ve davranışlar sergilemeye başlar. Her şeye Rahmânî bir nazarla bakar, O’nunla işitir, O’nunla konuşur, O’nunla yaşar.

Şu hadîs-i kudsî bu hâli ne güzel îzah etmektedir: “Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse Ben de ona harp îlân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum. Ben’den her ne isterse, onu mutlakâ veririm. Bana sığınırsa, onu korurum.” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)

Bu şekilde zikri ve fikri Allâh olan bir mü’minin, merhamet, sabır, sehâvet ve affedebilme gibi ilâhî ahlâktan nasipsiz kalması düşünülemez. Zira onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifâdeleri artık hep ilâhî nûrun cereyânından ibârettir.

Cenâb-ı Hak, bu hakîkatlerden hisse alarak gönüllerimizi ilâhî ahlâkının bereketli bir mecrâı kılsın. Bütün mahlûkâta şefkat, merhamet, lûtuf, af ve güzellik tevzî edebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!..

Âmîn!


Dipnotlar: 1. İmâm Mâlik, Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8. 2. el-Kalem, 4. 3. Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12. 4. Müslim, Müsâfirîn, 139. 5. Buhârî, Edeb, 96. 6. İzâr: Belden aşağı kısmı örtmek için bele sarılan örtü. 7. Bk. Münzirî, Terğîb, IV, 185.

Yorumlar

Popüler Yayınlar