BİR KARŞILAŞTIRMA / Melih Cevdet Anday
Sağcı olmak, iyi ozan, iyi romancı olmaya engel değildir Batı’da; çok sevdiğim İngiliz ozanı Eliot, dinde katolik, politikada tutucu, yazında klâsikten yana olduğunu söylerdi. Örnekler çoğaltılabilir, ama benim bugünkü konum için şu kısa giriş yeterlidir sanırım.
Bizim sağcı yazınımıza bir göz atmak istiyorum da, iyi niyetli ve nesnel davranacağımı anlatmak için büyük bir çağdaş ozanı örnek getirdim. Ancak bizde sağ yazın ile sol yazın arasında, beğeni açısından bile kapanmaz bir uçurum olduğu kanısının yaygınlığını bilmez değilim. Zaman zaman düşünmüşümdür, niçin böyle oluyor diye; yazın gibi, sanat gibi yüce uğraşların büyüsü, toplumsal görüşlerdeki ayrılıkların üstüne çıkılmasını sağlayamaz mı? Bir gözleme girişeyim dedim... A, bir de ne göreyim, uçurum muçurum şöyle dursun, inanılmaz benzerliklerle karşılaşmayayım mı?
Sağcı gençlerin çıkardığı, yedinci sayısı Şubat ayında yayımlanmış olan aylık “Edebiyat” dergisinin yedi nüshasını ve yine bu derginin yayımladığı kitaplardan ikisini edindim, iyice okudum. Önce şunu söyleyeyim ki, durumun sevindirici yanı bu genç sağcıların, şiirde olsun, düz yazıda olsun Türkçe sözcük kullanmaya çok önem vermeleridir. Gerçi kimi yazılarda dilimizin solcular elinde bozulduğu üstüne bir takım sözler edilmiş ama, ideolojik ayrımın kesinliğinden ötürü o kadarcık zorlamayı bağışlayabiliriz. Ama şu son yıllarda sanırım özellikle sol yazarların pek düşkün oldukları “ve de” sözüne onlar da bayılıyorlar. Neredeyse tanımayacak gibi oluyorsunuz. Sonra bu gençler, “yabancılaşma” terimini de sık sık kullanıyorlar, yanlış kullanıyorlar ama olsun, solda da çoğu kez yanlış kullanılmıştı o sözcük. Sağcı gençler “Batılılaşma” anlamını vermişler o sözcüğe. Dirençle üzerinde durdukları bir savdır bu, bizim toplumumuz Tanzimat’la bozulmaya, yozlaşmaya başlamış, Batı’ya öykünme, “yabancılaşma” bizi çökertmiş, zayıf düşürmüş, kendi uygarlığımızdan yoksun bırakmış. Batılıların oyununa gelmişiz. Sayın Nuri Pakdil, “Batı Notları” adlı gezi kitabında, “Okullarımız, Batı övgüsünü ödev bilmiş öğretmenlerle doluydu, kafalarımız artık duymayacak değin şişerdi, Türk yazarlarını değil, Batı yazarlarını salık verirlerdi bize” diye yakındıktan sonra şunu ekliyor: “1923 devriminden beri boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan.”
Peki, kimi solcularımızın “Kültür emperyalizmi”, “Batı öykünmeciliği” diye yakındıkları da bu değil midir? Dahası, Kemal Tahir’le birlikte, Tanzimat’tan bu yana bütün yenileşme akımlarını yerenler, açıkça Osmanlı’yı övenler bu düşüncede değiller midir? Sürdürelim Sayın Pakdil’in dediklerini: “İkinci Abdülhamit’in 1876-1909 arasında uyguladığı dış politikanın dünya barışı için önemi, yıllar geçtikçe iyice anlaşılıyor... Ne var ki, devletin İkinci Abdülhamit’ten sonra, sonsuz bir hızla parçalanışındaki etkenler ve bu etkenlerde payı olan kişiliklerin, adları neye çıkmış olursa olsun, birer yurt düşmanı ve talancı oldukları gerçeği sürekli gizli tutulamamaktadır.”
Kimi solcuların Atatürk’e yakıştırdıkları suçlar da bu biçimde dile getirilmiyor muydu? Onlara uymayan aydınlar kandırılmış, koşullandırılmış sayılmıyor muydu? İşte Sayın Pakdil de şöyle diyor: “Yabancılaşmış Türk aydınları, yurt düşmanları ile birlik olup tuzak üstüne tuzak kursalar da uygarlığımıza dönüş eylemi durdurulamayacaktır.” Ya da şu sözler : “Uygarlığımızın özündeki ülkü -ki buna yerli düşünce diyoruz - Türk halkının gönlünde canlı, yeni ve hiç bozulmamış biçimde duruyor... Cumhuriyet yönetimi batılılaşmayı amaç edinmişti, ne var ki bu yöneliş Türk ulusunun uygarlık değerleriyle çelişiyordu.”
Buraya değin benzerlik iyi ya, Bay Pakdil kendi yöntemlerini salık verince işin rengi biraz değişiyor : “Peygamberin hayatı, bu ülkünün hangi yöntemlerle gerçekleştirilebildiğinin somut örneğidir.” Öncüller, gözlemler arasındaki benzerlik neden benzer sonucu doğurmaz, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Ancak sonuca varılırken de öylesine şaşırtıcı düşüncelerle karşılaşıyorsunuz ki, benzerlik yeniden kuruluyor. Bay Pakdil şöyle yazmış: “Tarih bilinci içinde ordu fikrini Necip Fazıl Kısakürek verdi bana. Asker yalnızca bir duygu değil, bir düşünce de oldu. Ondan şunu da öğreniyordum: Mutlak öğretinin öncü gücü ordu olmalı idi.”
Meğer bize “ordu millet” dememişler, politika, alt yapı, üst yapı, sağ, sol... derken bakıyorsunuz bütün gözler orduya yönelmiş, bütün umutlar orduya bağlanmış.
Yine o dizide yayımlanmış olan “Edebiyat ve Medeniyet Üzerine” adlı kitabında sayın M. Akif İnan, Batı uygarlığına yönelişimizi şu biçimde acı acı eleştiriyor: “Batı’ya bağlı olarak yapılan devrimlerde, bu devrimlerin entellektüel ekibi olan sanatçılar bir yanda, yapılması gereken devrimlerin kendi milli hususiyetimizden devşirilmesini öngören yerli düşünceye bağlı sanatçılar öte yanda, Türk edebiyatının kubbesi altında kıyasıya savaş vermişlerdir.” Sonra şu sözleri ekliyor : “Kişiliğini tamamlamış yeni bir medeniyet içindeki yerini kesin olarak almış, her alanda en olgun eserlerini vermiş, kısacası millet olma vasfını kazanmış olan toplumun, içinde bulunduğu bu medeni durumdan koparılarak, bir başka medeniyet dünyasına itilmesi, onun bütün varlığını hiçe saymak, onu bir maceraya sürüklemektir. Bizim bilhassa Tanzimat’tan beridir toplumca uğradığımız işte böyle bir macera olmuştur.” Ve sonunda verilen yargı şu: “Biz Batı medeniyetinden değil, Türk - İslâm medeniyetindeniz.”
Daha bitmedi; çağdaş ve yeni anlayışlarla ortaya çıkarılan sanat ürünlerini, halk bir şey anlamıyor diye “yozlaşmış, koşullandırılmış sanat” olarak adlandırma eğilimindeki kimi solcu görüş, Sayın İnan’da şu anlatımı bulmaktadır: “Böylesine ters şartlandırılmış bir neslin ortaya koyacağı sanatın da yine halkla ilişki kuramayacağı tabiidir. Bin yıldır bağlı bulunduğumuz bir medeniyete ve onun sanat geleneğine aykırı olarak kurulmaya çalışılan bu şartlanmış sanatın milli esprimize aykırı oluşu, sanatçı ile milleti ve dolayısıyla edebiyatçı ile okuyucuyu birbirine küstürmüştür.”
Acaba sol mu sağı, yoksa sağ mı solu etkiledi de bu buluşma gerçekleşti diye soruyorum kendi kendime. Yoksa bu benzerlikler aynı koşullar içinde bulunmanın olağan sonuçları mıdır? Peki, şunu da söyleyebilir miyiz : Bizde bir sağ-sol karşıtlığı yoktur gerçekte. Başka bir deyişle, çoğunun doğru olarak ortaya konduğu gibi, karşıtlık, dinci görüş ve sol arasında değil, burjuva - kapitalist görüş ile sol görüş arasındadır. İyi ama, bu gençler kendilerine niçin “sağ” diyorlar? Şu soru da çıkıyor ortaya : Dinci bir toplum kurmak eğilimi “sol” bir eğilim sayılabilir mi? Sayılabilirse, demek koalisyon hükümetimiz, bu gerçeklerin, bu benzer koşulların doğurduğu olağan bir güçtür, sağlamlığı oradan geliyor.
“Edebiyat” dergisindeki şiirleri de okudum, 1960 kuşağının solcu ozanlarının yazdıklarından hiç bir ayrım göremedim doğrusu, biçim olarak da, deyiş olarak da benziyorlar birbirlerine. Peki, hani öz, biçimi belirlerdi? Demek biçim, söyleyiş özellikleri, bütün bir dönemi, sağı ile, solu ile bütün bir kuşağı kavrıyor, dünya görüşlerindeki karşıtlık, bizim onları salt şiir açısından ele almamız engel değildir. Bunu önemli ve ilginç bir olgu saymalı.
Yorumlar
Yorum Gönder