İnanç ve değerlerimizle barışma zamanı geldi / Yusuf Çağlayan





Bugün devlet ile toplum arasında, devletin kurumları arasında ve hatta toplumun farklı kesimleri arasında sağlıklı ilişkiden bahsedemiyorsak; tüm bunlara yol açan paradigmayı sorgulamalıyız ki toplumsal barışı inşa edebilelim.

İnanç ve değerlerimiz ile gelişme/ilerleme arasında bir çelişki varsayma” tezinden beslenen zihni süreç birtakım dönemsel şartlar altında politik sürece de hakim olmuştur. Siyasi ve bürokratik sisteme şekil veren bu zihniyet, zaman içinde toplumunun inanç ve kültür değerlerine karşı örgütlenmiş birer yapıya dönüşmüştür. Politik sürecin, modernleşme adına inanç ve gelenekleri tahrip ve tasfiyeye yönelmesi, uzun vadede toplumsal dayanışma kültürünü tahrip etmiştir. İşte bugün ülkemizde yaşanan gerilimler bu ideolojik zihniyet ve dayanışma kültürümüzün tahribinden kaynaklanıyor.

20. yy'ın başından itibaren planlı ve zorlamalı bir şekilde sürdürülen epistemolojik değişim, toplumun bütününü kuşatan bir epistemolojik kopuşa yol açamasa da, bu kopuşu yaşamış toplum kesimleri de ortaya çıkmıştır. Bu kopuş, milletimizin ulusalcı alt kimlikler ekseninde sürekli ayrışmasını besleyen ideolojik boyutlar kazanmıştır.

Uzun yıllar kendi ideolojik tasavvurlarına uygun düşmeyen inanç ve kültür değerlerini ve buna sahip bir halkı değiştirme misyonu üstlenmiş olanlar, bu milletin kültür savaşında vermiş olduğu trajik bir kayıptır. Devleti rejimden ibaret sayan bu zihniyet, toplumu ve değerlerini yok saymaktadır. Devletin kimi kurumlarına sızan ve tahakkümü altına alan bu darbeci zihniyet, halk üzerindeki iktidarını tam anlamıyla despotik bir idare biçimiyle kullanmaya ve toplumun kimlik değerlerine karşı yasakçı bir uygulamaya yetki veren bir iç güvenlik anlayışına saplanmış bulunmaktadır. Başörtü yasakları, fişlemeler, iç tehdit algılaması, YAŞ ihraçları, e-muhtıralar, andıçlar, Ergenekon yapılanmaları ve mücadele eylem planları bu zihni yapının semptomlarından ibarettir.

ŞİDDETLENEN PARADİGMA ÇATIŞMASI VAR

1900'lü yılların İslam ve Batı medeniyeti algısı üzerine inşa edilen siyasal ve toplumsal kurgu, laikliği ve sekülarizmi zorunlu görüyordu. Bu sebeple, laiklik Batı'daki uygulaması gibi bir hakem kurum olmamış, resmi ideolojinin din politikası olarak ortaya çıktı. Bu politika doğrultusunda şekillenen ferdi ve toplumsal yaşam tarzı ile siyasal yapılanma, zaman içinde, birbiriyle çatışan iki tür paradigma üretti: sivil toplumun paradigması ve resmi ideoloji paradigması... Bu paradigmaların biri ideolojik, diğeri kültüreldir. Sivil toplumun paradigması kültürel olup, kendi manevi dinamikleri yönünde bir değişimi ve aynı zamanda da bütün kesimlerin temel hak ve özgürlüklerine demokratik bir çerçevede saygıyı içselleştirmiş milli iradeyi temsil ediyor. Resmi ideoloji paradigması ise “inanç ve değerlerimiz ile gelişme/ilerleme arasında bir çelişki varsayma” doğrultusunda bir modern ve çağdaş kimlik kurgulamasını amaçlıyor. Bu sebeple, toplumun kendi kimlik değerlerini tehdit olarak algılıyor ve bu değerlerle savaşıyor.

Resmi ideoloji, 1950'li yıllara kadar bu paradigma doğrultusunda bir toplumsal değişimi temsil etmiş, ancak, 1950'li yıllardan sonra muhatap olduğu toplumsal değişime karşı çıkan bir statüko temsilcisi hüviyeti kazanmıştır. Resmi ideoloji, açık bir biçimde değişen sosyal realite ile çelişmekte ve bu sosyal realiteye direnmektedir artık. Darbelerle başlayan bu direniş, yeni şartlara göre geliştirilen taktiklerle sürdürülüyor.

Rasyonalite, toplumun değerler sistemi ile barışık ve uyumlu bir paradigma uyarlamasını zorunlu kılmaktadır. Aslında bu uyarlama zaruretinin sancılarını yaşıyoruz. Ancak, resmi ideolojinin saplantıları, toplumun bütünlüğü ve devletin bekası noktasında ağır faturalar ödememize yol açacak bir ideolojik taassuba dönüşmüş bulunuyor. Resmi ideoloji bu taassubu sebebiyle, rasyonel davranma yeteneğini yitirmiş ve kaçınılmaz olan ve aynı zamanda da iç bütünlüğümüzü yeniden toparlamamıza ve inşa etmemize temel oluşturan ortak dayanışma kültürümüze bir blokaj rolü kazanmıştır. Böylesine bir rol kimlerin işine yarayabilir tartışmalıdır. Artık, statükonun bir takım dış kurgulara uyumunun resmi ideoloji mekanizması ile korunduğu gerçeği açık bir biçimde sırıtmaya başlamıştır. Toplumun dayanışma kültürü ile çatışan, böylece içeride ve dışarıda devletin jeopolitik gücünü sıfırlayan bu garip resmi paradigmanın tasallutundan kurtulmalıyız. Bu tasallutu temsil eden darbeciler artık ordumuzun da, milletin de üzerinden ellerini çekmelidirler.

AĞIRLIK KAZANAN VAZİFE: DIŞ GÜVENLİK

Öte yandan, uzun yıllar NATO'nun oluşturduğu sanal dış güvenlik algısı ile sadece iç güvenliğe odaklanma dönemi de sona ermiş bulunmaktadır. Sınırımıza dayanan askeri müdahaleler, Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmeye yönelik planlar, bu çerçevede, ülkemizin toprak bütünlüğünün de hedef alındığını gösteren haritalar, bu haritaları doğrulayan açık ve örtülü politikalar söz konusu… NATO entegrasyonunda yer almamız dış güvenlik ihtiyacımıza cevap vermiyor artık. Aksine, yeni bir dış güvenlik entegrasyonunu acil bir ihtiyaç haline getiriyor. Çünkü, ülkemizin ve çevre ülkelerin karşı karşıya bulundukları dış güvenlik tehditleri, tek başlarına çözüm üretmelerine imkan tanımayacak kadar büyüktür. Bu sebeple, aynı tehdide muhatap olan bölge ülkeleri arasında yapılacak bir dış entegrasyon kaçınılmazdır.

1900 model resmi paradigma, içerde ve dışarıda ortaya çıkan gelişmelerin dayattığı bu iç ve dış entegrasyon ihtiyacına cevap vermeye elverişli değildir. Çünkü, bunu sağlayıcı değerlerden uzak olmak bir yana, bu kültür ve inanç normları ile yoğun bir çatışma halindedir. Uzun yıllardan beri kendi halkını değişim esnekliğinin sıfır olduğu inanç ve kültür noktasından değişime zorlayan resmi ideoloji, bu özelliği itibariyle halk ile işbirliği yapmaktan uzak ve onunla çatışan bir despotizmi temsil etmektedir. Bu sebeple, resmi ideolojinin irtica söylemleri geçmişte olduğu gibi makes bulmuyor. Aksine, bu söylemler kurumların millet nezdinde yıpranmasına yol açıyor.

DURUM-PROBLEM-ÇÖZÜM

“İnanç ve değerlerimiz ile gelişme/ilerleme arasında bir çelişki varsayma” kök düşüncesinden çıkarak gelişen resmi ideoloji, bu paradigmanın ürettiği bir iç güvenlik kültürü geliştirmiştir. Toplum-devlet ve kurumlar arasındaki ilişki, anayasa ve yasalar; iç tehdit, hatta sakıncalı/sakıncasız vatandaş türleri bu iç güvenlik kültürüne göre şekil kazanmış, darbeci mantalite bu iç güvenlik kültüründen beslenmiştir. Bugün devlet ile toplum arasında, devletin kurumları arasında ve hatta toplumun değişik kesimleri arasında sağlıklı bir ilişkiden bahsedemeyiz. Karşılıklı bir paranoya ortamı oluşmuş bulunuyor. Toplumsal işleyişi dayanışma, bilim, araştırma ve adalete ustalıkla yönlendiren bir ortak akıl yokluğu ile karşı karşıya bulunuyoruz. O halde, tüm bunlara yol açan paradigma sorgulanmalıdır. Bunu yapabildiğimizde göreceğiz ki, karşı karşıya bulunduğumuz hayati sorunların çözümünde, ideolojik yaklaşımlardan sıyrılarak, jeokültürel dinamiklerimiz ile barışabilmemiz en stratejik unsuru oluşturmaktadır. Yapılacak en acil açılımlar, söz konusu jeokültürel dinamiklerimize ilişkin olmalıdır. Bu taktirde, iç dayanışma ve entegrasyonun da, dış güvenlik ihtiyacımıza cevap veren fonksiyonel bir entegrasyonun da önü açılmış olacaktır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar