Ashabu'l Kur'an Olmak / Osman Nuri Topbaş


Kur’ân âyetleri, 23 senelik nebevî hayatı ilmek ilmek dokuyan ilâhî mesajlar sûretinde peyderpey nâzil olmuştur. Her nâzil olduğunda da Allah Rasûlü J Efendimiz’i ve O’nun can yoldaşları olan ashâb-ı güzîni, bâzen târifsiz bir sürûra, bâzen dehşete ve her hâlükârda takvâya sevk etmiştir. Allah Teâlâ’dan gelen bu mesajlarla, mü’minlerin mâneviyatları takviye olmuş, azimleri artmış, gönüllerindeki îman muhabbeti ve heyecanı zirveleşmiştir.

Sahâbe efendilerimiz için vahyin nüzûlü, gökten inen ve tadına doyum olmayan, ilâhî bir ziyâfet sofrasıydı. Ne zaman bir âyet nâzil olduğunu duysalar, hemen o ilâhî ziyâfete iştiyakla koşar, büyük bir heyecan içinde; “Acaba Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı nerededir?” suâlinin cevabını, yeni gelen tâlimatlardan öğrenmeye çalışırlardı.

Abdullah ibn-i Mes’ûd d anlatıyor:

“Bir sahâbî, (akşam) evine geldiğinde hanımı ona ilk önce şu iki suâli sorardı:

«–Bugün Kur’an’dan kaç âyet nâzil oldu?»

«–Allah Rasûlü J Efendimiz’in hadislerinden ne kadar ezberledin?..»” (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)

VAHYİN SEVDÂLILARI

Sahâbe-i kirâm, vahy-i ilâhî ile o kadar hemhâl idiler ki, Efendimiz’in ebediyete irtihâlinden sonraki en büyük kederlerinden biri de, vahyin kesilmesi olmuştu. Şu hâdise, bunun çok mânidar bir misâlidir:

Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in dadısıydı. Efendimiz J yüksek vefâ duygusu sebebiyle onu ziyâret eder, hâl-hatırını sorar ve ona değer verirdi. Efendimiz’in vefâtından sonra Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer’e:

“–Kalk, Allah Rasûlü’nün yakını olan Ümmü Eymen’e gidelim, Rasûlullâh’ın yaptığı gibi, biz de onu ziyâret edelim.” dedi.

Yanına vardıklarında Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- ağlamaya başladı. Onlar, bu ziyaretleriyle Allah Rasûlü’nü hatırlatarak acısını tazelediklerini ve bu sebeple Ümmü Eymen’in ağladığını düşündüler. Ardından:

“–Niçin ağlıyorsun? Allah katındaki nîmetlerin Efendimiz için çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?” dediler. Ümmü Eymen:

“–Ben onun için ağlamıyorum. Allah katındaki nîmetlerin, Nebiyy-i Ekrem J Efendimiz için daha hayırlı olduğunu elbette biliyorum. Ben asıl, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum.” dedi.

Vahy-i ilâhî hasretiyle dolu bu sözleriyle, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’i de duygulandırdı. Onlar da Ümmü Eymen’le birlikte ağladılar. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 103)

Sahâbe-i kirâmın Kur’ân-ı Kerîm’e duydukları muhabbet, böylesine müstesnâ idi. Onlar, Kur’ân’ın kıymetini, nasıl okunması gerektiğini ve nasıl hürmet edileceğini bizzat Efendimiz’den görerek öğrenmişlerdi. Bu sebeple de Kur’ân’dan apayrı bir istifâde hâlindeydiler. Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân ile başlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi.1

Hazret-i Ömer d bir gece Kur’ân-ı Kerîm okuyamamıştı. Ertesi gün Allah Rasûlü J ona:

“–Ey Hattâb oğlu, Allah Teâlâ senin hakkında bir âyet indirdi.” buyurdu ve:

«(Tefekkür ederek) ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü peş peşe getiren O’dur.» (el-Furkân, 62) âyet-i kerimesini tilâvet eyledi. Sonra da şöyle buyurdu:

“–Geceleyin kaçırdığın nâfile ibadetleri gündüz; gündüz kaçırdıklarını da geceleyin yerine getir.” (Râzî, XXIV, 93, el-Furkân, 62 tefsirinde)

KUR’ÂN AZÎZDİR, İZZET BAHŞEDER

Nâfî bin Abdi’l-Hâris, Usfan’da Hazret-i Ömer’e rastlamıştı. Ömer d onu Mekke’ye vâli tâyin etmiş olduğu için:

“–Mekkelilerin başına (sana vekâleten) kimi bıraktın?” diye sordu. O:

“–İbn-i Ebzâ’yı!” dedi.

Hazret-i Ömer:

“–İbn-i Ebzâ kimdir?” diye sorunca Nâfî:

“–Âzâd ettiğimiz kölelerden biridir.” dedi.

Hazret-i Ömer’in:

“–Yerine bir âzatlıyı mı bıraktın?” suâli karşısında ise şu ibretli cevâbı verdi:

“–O, Allâh’ın Kitâbı’nı okur (yaşar, tatbik eder) ve farzlarını da iyi bilir.”

Bunun üzerine Hazret-i Ömer d hayranlık içerisinde şöyle dedi:

“–Rasûlullah J; «Allah şu Kur’ân ile birtakım kimselerin kıymetini yükseltir; bazılarını da alçaltır.» buyurmuştu!” (Müslim, Müsâfirîn, 269)

Mü’minin ve toplumun saâdeti, Kur’ân ve onun tatbikâtı olan Sünnet’in hayatın her safhasına intikal ettirilmesiyle tahakkuk eder. Kur’ân, mü’minin iç ve dış dünyasına huzur veren bir nurdur. Hikmetler, ibretler, dersler dolu bir nasihat ve mev’izadır. Hakka götüren yegâne rehberdir. Kur’ân âyetleri; tarihî karanlıklara ışık tutan, çözülmez muammâları açan, dünya ve âhiret hayatının huzur ve saâdet baharını yaşatan mûcizeler ülkesidir.

Yine Kur’ân-ı Kerîm, bizlere eski zamanların, geçmiş milletlerin ibretli vâkıalarını anlatırken, hikmetler yağdırmakta, istikbâlimize âit nice hayâtî ve ictimâî dersler vermektedir. Fânî hayatta bunalan ruhlara kurtuluş ufukları gösteren, çâresizlere şifâ reçeteleri veren ilâhî hikmet eczânesidir.

Yine Kur’ân, Rabb’imizin mûcize hitâbıdır. Kâinattaki esmâ tecellîlerinin kelâmdaki tezâhürüdür. Lâkin onun nûrunu yudumlamak ve hakîkatlerinden faydalanmak, ancak temiz bir kalp ile mârifetullah’tan nasip almış mü’minlere mahsustur.

Hangi kalp Kur’ân’ın nûruyla daha çok aydınlanmışsa, Hak katında o daha mûteberdir. Peygamber Efendimiz J de ehl-i Kur’ân’ı her hususta tercih eder, öncelik ve üstünlüğü onlara verirdi. Nitekim Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Fakat Zeyd bin Sâbit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre d:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana kızdınız mı? (Bir kusur mu işledim ki sancağı benden geri aldınız?)” diye sordu. Peygamber Efendimiz J:

“–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. (Senden daha çok ona âşinâdır.) Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş (canlı bir Kur’ân) olan kimse, başkalarına tercih edilir!”
buyurdu...2

Osman bin Ebi’l-Âs d da şöyle anlatır: Rasûlullah J Efendimiz’in yanına kabilemizin temsilcisi olarak gelmiştik. Arkadaşlarım içinde Kur’ân’ı öğrenme husûsunda en gayretli olan bendim. Bakara Sûresi’ni öğrenerek onlara üstünlük sağlamıştım. Bu sebeple Rasûlullah J bana şöyle buyurdu: “–En küçükleri olmana rağmen seni arkadaşlarının başına emîr tâyin ettim. Kur’ân’a temiz olmadığın müddetçe dokunma!” (Heysemî, I, 277)

Uhud’da Ensâr: “–Yâ Rasûlâllah! Şehîdlerimiz pek çok. Ne yapmamızı emir buyurursunuz?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem J Efendimiz, derin ve geniş kabirler kazılıp her birine ikişer, üçer kişinin defnedilmesini emretti. Sahâbîler, kabirlere önce hangi şehîdleri koyacaklarını sorduklarında da: “–En çok Kur’ân bileni önce koyunuz!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91)

Allah Rasûlü J Efendimiz’in, Kur’ân ehline nasıl ihtimam gösterdiğine dair misalleri artırmak mümkündür. Ümmet-i Muhammed olarak bizler de Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl ki aziz tutmak, rahle ve kürsülerin üzerine koymak, onu bel hizâsından yukarıda tutmak mecbûriyetinde isek; Kur’ân’ı kalbinde taşıyan, yani canlı bir Kur’ân olan gerçek hâfızları ve Kur’ân ehlini de aziz tutmak ve baş tâcı etmek mecbûriyetindeyiz. Zira onlar, her iki cihanda da ilâhî rahmet vesîlesidirler.

ALLÂH’IN YAKINLARI: EHL-İ KUR’ÂN

Rasûlullah J :“–Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu.
Ashâb-ı kirâm: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sorunca Efendimiz J :“–Onlar Kur’ân ehli, Allah ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” cevabını verdi.
(İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)

Hiç şüphesiz ki Kâinâtın Hâlıkı Allah Teâlâ’ya yakınlıktan daha büyük bir şeref ve bahtiyarlık yoktur. Bu bahtiyarlığa lâyık olabilmek, Kur’ân’a ehil olmaya bağlıdır. Yani Kur’ân’ı doğru okumayı bilmek, onun mânâ iklîmine girmek, tefekkür ve tahassüs derinliği içinde gereken ibretleri alarak onun gösterdiği istikâmette yürümekle mümkündür. Böyle bir kemâlât ile Kur’ân ehli olabilen mü’minlere, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ lutuf ve ihsanları vardır.

Nitekim Hak dostu Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -ks-, Adana’da bu vasıfta vefât etmiş bir hâfızın, 30 sene sonra yol geçme zarûreti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin dahî pırıl pırıl durduğunu, bizzat müşâhede ettiklerini nakletmişlerdir.

Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere Cenâb-ı Hak, gerçek Kur’ân ehlinin cesedini yememesini yeryüzüne vahyetmiştir.3

İşte Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî tâlimatlarına göre yaşayanların dilinde ve gönlünde bambaşka letâfet, zarâfet, incelik, güzellik ve feyizler tecellî ettirdiği gibi, kabirde, mahşerde ve mîzanda da huzur ve saâdet bahşeder.

Muhyiddîn-i Arabî -ks- şöyle nasihat eder: “Kur’ân’ı çok okumalı ve mânâsını düşünmelisin. Okurken Allâh’ın sevdiği kullarını vasıflandırdığı güzel sıfatlara dikkat et ve onlarla vasıflan! Kur’ân’da zemmettiği, Allâh’ın gazabına uğrayanların vasıflandığı o mezmum sıfat ve huyları da gör ve onlardan kaçın! Çünkü Allah, kitabında bunları ancak amel etmen ve gereğini yapman için, indirip zikretmiştir. Onun için Kur’ân okunduğunda, muhtevâsını iyi anlaman için, Kur’ân’la ol!”
Yani Kur’ân’dan gereken feyz ve rûhâniyeti tahsil için, onu okurken kalbin gâfil olmaması gerekir. Kur’ân, asıl kalple okunur. Gözün vazifesi, kalbe bir nevî gözlük olabilmektir. Avâm-havâs bütün mü’minler aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okurlar, fakat herkes kendi kalbî durumuna göre ondan bir nasîb alır.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm husûsunda gaflete düşenlerle, onun feyzinden güzelce istifâde edenleri şöyle beyan buyurur: “Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiğimiz kimselere verdik. İnsanlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32)

Yani insanların kimisi Kur’ân okuduğu hâlde, okuduğu boğazından aşağı inmez, kalbinde akis bulmaz ve amellerine yansımaz. Böylece nefsine zulmeder, en büyük nîmeti ziyân eder. Kimisi orta yoldadır, kâh amel eder, kâh ihmâl eder. Kimisi de Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle hayırlarda mesafe kat eder.

Kur’ân’dan lâyıkıyla feyiz-yâb olabilmek için, bedenî temizlik kadar kalbî temizliğe de riâyet edilmelidir. Aksi hâlde kalbî hastalıklar, insanın Kur’ân’la doğru bir şekilde buluşmasına mânî olur. Bu sebepledir ki Hazret-i Osman d: “Eğer gönüller mânevî kirlerden (nefsânî musîbetlerden ve kalbî marazlardan) temiz olsaydı, Kur’ân’ın zevkine aslâ doyamazdı.” buyurmuştur.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de şöyle der: “Kur’ân’ın mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş, böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar.”
Yani Kur’ân-ı Kerîm, kesâfetten arınmış ve nûrâniyete bürünmüş bir gönle sırlarını beyan eder. Bu yüzden, takvâ ölçüleriyle kalbi zarifleştirip Kur’ân’a o hissiyatla yönelmelidir. Zira Cenâb-ı Hak: “…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282) buyurmuştur.

Unutmamak gerekir ki, Kur’ân-ı Kerîm, bir fânînin eseri değil, Kâinâtın Halıkı’nın kullarını dünyâ ve âhiret saâdetine erdirmek için lutfettiği hidâyet rehberidir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâde için Mushaf-ı Şerîf’in kapağı, hürmet, tâzim ve edep duygularıyla açılmalı, onu insanlara Rahmân olan Cenâb-ı Hakk’ın öğrettiği şuuruyla ve yeni nâzil oluyormuşçasına bir şevk ve iştiyakla okunmalıdır.

ALLÂH İLE KONUŞUR GİBİ

Kur’ân-ı Kerîm, beşeriyet için Rahmânî sadâları işitmek, ilâhî nefhayı rûhunda hissetmek ve daha bu dünyada iken Allâh ile mükâleme etmenin en feyizli yoludur. Tefekkür, tertîl ve edeple Kur’ân okumak, Allâh ile konuşmak gibidir. Nitekim Efendimiz J de şöyle buyurmuşlardır: “Sizden birisi Rabb’i ile münâcât ve mükâlemeyi (O’na yalvarıp O’nunla konuşmayı) severse huzûr-i kalp ile Kur’ân okusun.” (Süyûtî, I, 13/360)

Kur’an’dan lâyıkıyla istifâde edebilmek için ona yüreği açmak îcâb eder. Aksi hâlde bereketli nisan yağmurlarının üzerinden akıp gittiği kayalara hiçbir faydası olmadığı gibi, istifâde kapıları kilitlenmiş kalplere de Kur’ân’dan bir fayda hâsıl olmaz. Belki Kur’ân, böylelerinin hüsran ve dalâletini daha da artırır. Zira Kur’ân’ın rahmeti ve hidâyeti ile buluşamayanlar, tam aksine büyük bir hüsrâna dûçâr olurlar. Nitekim tâbiînin meşhur müfessirlerinden Katâde der ki: “Kur’ân-ı Kerîm okuyanlar, ya kâr ya da zarar ile kalkarlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur. «Biz Kur’ân’dan, îmân edenler için bir şifâ ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zâlimlerin de ancak hüsrânını artırır.» (el-İsrâ, 82)”

Bu sebeple Kur’ân okunurken ona karşı kör ve sağır davranmamak îcâb eder. Kur’ân’ın rûhânî dokusundan hisse alan Hak dostlarının hâlini, âyet-i kerîme şöyle ifâde eder: “Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanlarını artıran ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2)

Kur’ân istikâmetinde bir hayat yaşamak, her mü’minin vazîfesidir. Aksi hâlde âhirette Rasûl-i Ekrem J Efendimiz’in şefâat-i uzmâsını beklerken O’nun bizden şikâyetçi olması da muhtemeldir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in hilâfına bir hayat yaşayanlar hakkında âhirette Peygamber Efendimiz’in Rabb’ine şikâyette bulunacağı,
âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir: “Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk etti.” (el-Furkân, 30)

İşte âhirette bu nebevî itâba dûçâr olmamak için O’na ümmet olmanın gerektirdiği şekilde Kur’ân-ı Kerîm’i mahrecine, tecvîdine riâyetle bol bol tilâvet etmek, derûnundaki mânâlara âşinâ olmak ve duygu derinliği içinde hassâsiyet ve muhabbetle tatbik etmeye gayret göstermek gerekir. Yâni Gazâlî Hazretleri’nin tâbiriyle; “dil, okumalı; akıl, firâsetiyle tercüme ve tefekkür etmeli, kalp ise hazmedip ders almalıdır.” (Bkz. İhyâ, I, 816)

Ümmetinin Kur’ân-ı Kerîm ile nasıl ve ne kadar alâkadar olduğunun ve kendisinin bu hususta sorgulanacağının endişesi içerisinde olan Peygamber Efendimiz J de bu sebeple en çok Kur’ân talebeleri olan ashâb-ı suffe ile meşgul olurdu. Açlık ve yokluk zamanlarında bile karnına taş bağlayıp onlara Kur’ân tâlim ederdi.

Abdullah ibn-i Mes’ûd d ashâb-ı suffe talebesiydi. Orada Rasûlullah J Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde yetişti. Derdi ki: “Bize Allah Rasûlü’nden öyle hâller in’ikâs etti ki boğazımızdan geçen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Buhârî, Menâkıb, 25)

Peygamber Efendimiz’in Kur’ân’ı tâlim husûsundaki gayretini örnek alan sahâbe nesli de Medîne’yi Kur’ân üstadlarıyla doldurdu.

KUR’ÂN’A KARŞI MES’ÛLİYETİMİZ

Kur’ân-ı Kerîm, kaynağı Cenâb-ı Hak olan dört semâvî kitabın sonuncusudur. Rüşdünü ikmâl etmiş insanlığa Rabb’imizin son çağrısı ve son mesajlarıdır. Hak Teâlâ, gönderdiği kitaplardan yalnızca Kur’ân-ı Kerîm’i kıyâmete kadar koruyacağını taahhüd etmiştir. Bu sebeple bir harfi bile değişmeden aslını koruyan tek ilâhî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu noktada bizim asıl meselemiz, Cenâb-ı Hakk’ın bu taahhüdüne ne kadar vesîle olabildiğimizdir. Hâlimizi bir gözden geçirmeliyiz:

Kur’ân-ı Kerîm ile ne kadar ünsiyetimiz var? Onu ne kadar duygu derinliği içinde okuyabiliyoruz? Peygamber Efendimiz’in ve ashâbın Kur’ân-ı Kerîm karşısında duyduğu heyecanı ne kadar duyabiliyoruz?

Kur’ân-ı Kerîm’i hayatımızın her safhasına intikal ettirebiliyor muyuz? Âile hayatında, komşuluk ve kul haklarında, ticârî hayatta, onu ne kadar kendimize kıstas alıyoruz? Kendimizi zamanın ve toplumun akışından ne kadar mes’ûl görüyoruz?

Yavrularımıza esas tahsil olan Cenâb-ı Hakk’ı tanıma tahsilini verebiliyor muyuz? Kur’ân’ı gönüllere taşıma, onunla istikâmetleri düzeltme husûsunda ne kadar gayret içindeyiz?

Unutmayalım ki iki cihan saâdeti, ilâhî bir emânet olan evlâtlarımızı Kur’ân kültüründen nasiplendirmekle mümkündür. En merhametli anne-baba, evlâdını Kur’ân terbiyesiyle asıl istikbal olan âhirete hazırlayan anne-babadır. İnsanın, evlâdına verebileceği en büyük hediye, güzel bir terbiyedir.

Kur’ân’ın engin mânâ kevserinden kendisi tatmadığı için evlâdına da tattıramayan anne-babalar büyük bir vebal altındadırlar. Zira mânevî tahsil husûsunda câhil bırakılan, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyetiyle terbiye edilmeyen evlâtlar, kıyâmet günü anne-babalarından dâvâcı olacaklardır. İbn-i Ömer d der ki: “Evlâdını iyi terbiye et. Zira bundan mes’ulsün. «Terbiyesiyle ilgili olarak ne yaptın, neler öğrettin?» diye hesaba çekileceksin.”

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur: “Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati... Çünkü hamele-i Kur’ân (Kur’ân’ı öğrenen, öğreten ve bu yolda hizmet edenler), hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde, peygamberler ve Hak dostları ile birlikte Arş’ın gölgesindedirler.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 226)

Dolayısıyla evlâtlarına Kur’ân rûhâniyetiyle güzel bir terbiye verebilmek, sâlih mü’minlerin en mühim meselelerinden biridir. Nitekim devrin siyâsî çalkantıları içerisinde zindana düşmüş olan Emevîlere, 2. Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansur:

“–Zindanda size en zor gelen şey nedir?” diye sordurur. Onlar da:

“–Çocuklarımızın terbiyesinden mahrum kaldık.” cevâbını verirler.4

Dolayısıyla fırsat elden gitmeden evlâtlarımızı Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle yetiştiremezsek, yarın kabrimizde ağır bir nedâmetle baş başa kalacağımızı unutmamalıyız. Bunun için de evlâtlarımızla vaktinde güzelce alâkadar olmalı, onların tertemiz yüreklerine Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’ân ve Sünnet kültürünü aşılamalıyız. Mârifetin iltifâta tâbî olduğu gerçeğinden hareketle, yavrularımızda mânevî güzelliklerin neşv ü nemâ bulması için onları hediye ve iltifatlarla teşvik etmeliyiz.

İmam Mâlik Hazretleri der ki: “Ben her hadis ezberlediğimde, babam bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile hadis ezberlemek bende bir lezzet hâline geldi.”
İmam Ebû Hanîfe de, oğlu Hammâd Fâtiha Sûresi’ni öğrendiğinde, hocasına beş yüz dirhem vermişti. O zaman bir koç, bir dirheme satın alınıyordu. Hocası bu cömertliği fazla buldu. Çünkü çocuk yalnızca Fâtiha Sûresi’ni öğrenmişti. Bunun üzerine Ebû Hanîfe Hazretleri şöyle dedi: “Yavruma öğrettiğin sûreyi küçük görme! Eğer yanımda bundan daha fazlası olsaydı, Kur’ân’a hakkıyla hürmet edebilmek için onu sana hediye ederdim.”5

Selahaddîn-i Eyyûbî de, kışlada dolaşırken babasının önünde Kur’ân okuyan bir çocuğa rastlamıştı. Çocuğun okuyuşunu beğendi ve ona yaklaşarak kendi yiyeceğinden bir parça verdi. Ayrıca kendisine âit olan tarlanın bir kısmını o çocuk ve babası için vakfetti.6

Bütün bunlar, anne-babalar için evlât terbiyesinde örnek alınması gereken güzel numûnelerdir.

Kur’ân eğitimi için bilhassa yaz tatilleri de iyi değerlendirilmelidir. Evlâtlarımızı Kur’ân kurslarına veya camilere göndermekle yetinmemeli, anne-babalar olarak onların durumunu dikkatle takip etmeliyiz. Kur’ân kültürünün ne seviyede, îtikad ve fıkıh bilgisinin ne durumda olduğunu sık sık kontrol etmeli, gösterdiğimiz alâka ile onları dâimâ teşvik etmeliyiz.

Ne mutlu evlâtlarını Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyeti içinde yetiştirerek Kur’ân’ın ve Rasûlullah J Efendimiz’in şefâatine nâil olan anne-babalara!..

Rabbimiz, Kur’ân’dan nasipsizlik sebebiyle harâbelere dönen kasvetli kalplerin ağır yükünü taşımaktan bizleri muhafaza buyursun. Cümlemizi, Kur’ân’ın şifâ, hidâyet ve rahmetiyle buluşup huzur içinde vuslat-ı ilâhîye koşan bahtiyar kullarından eylesin…

Âmîn!

Dipnotlar: 1) Bkz. Heysemî, VII, 165. 2) Vâkıdî, Meğâzî, Beyrut 1989, III, 1003. 3) Bkz. Deylemî, I, 284/1112; Ali el-Müttakî, I, 555/2488. 4) İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, I, 381. 5) Ebû Gudde, Fethu Bâbi’l-İnâye, s. 19; Muhammed Nûr Süveyd, Peygamberimizin Sünnetinde Çocuk Eğitimi, s. 119-120. 6) Bundârî, Ebû’l-Feth Ali, en-Nevâdiru’s-Sultâniye (Sîretü Salâhuddîn), s. 9; Muhammed Nûr Süveyd, a.g.e, s. 120

ALTINOLUK
Sayı:208 Haziran 2009
"Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından –20- Kur’ân Ehli Olmak" başlığıyla yayınlanan makaleleri..

Yorumlar

Popüler Yayınlar