İnsanlığa Bir Çıkış Yolu: “Yeni Bir Medeniyet”
Osman Nuri TOPBAŞ Hocaefendi ile "Faziletler Medeniyeti" kitabı üzerine yapılmış bir röportajı yayınlıyoruz.
– Efendim, uzun süredir üzerinde çalışarak “Fazîletler Medeniyeti” isimli bir kitap hazırladınız. Altınoluk dergimiz, müsaadenizle bu kitabı okuyucularına hediye olarak takdim edecek. Bu çerçevede kitap hakkında sizinle konuşmak istedik.Öncelikle böyle bir kitabın hazırlanmasındaki temel sâik nedir? Eseri, nasıl bir ictimâî ihtiyaca binâen hazırladınız?
– Mâlûmunuz yaklaşık iki asırdır pozitivizm ve kapitalizmin menfî rüzgârları, en acımasız özellikleriyle bütün dünyada esmeye devam etmektedir. Bunun tesiri altında kalmayan millet hemen hemen yok gibidir. Bu tesirler, maddî yönden refah sağlıyor görünse de mânevî açıdan büyük buhranları da beraberinde getirmiştir. Çünkü maddî sahada insanların ihtiyaç ve ihtirasları aşırı bir şekilde tahrik edile edile yalnız kendini düşünen menfaatperest bir dünya oluşturulmuştur.
Bu dünyada, bırakın, yeni nesli rûhî buhran ve uçurumlardan korumayı, bilâkis her gün yeni acı sefalet manzaraları sergilenmektedir. Hele dînin alelâde bir gelenek hâline dönüştüğü toplumlardaki çöküntüler, çok daha dehşet verici bir şekilde artmaktadır. Üstelik, çözüm yollarını da problemin kaynağı olan pozitivist ve kapitalist yaklaşımlarda aramak, buhranları aşılmaz hâle getirmektedir. Neticede makine dişlileri arasında sıkışıp kalan ve canavarlaşmış teknik vasıtaların ortasında boğulan insan: “Acıyın bize!” feryatları içinde bîçâre kalmıştır. Kendisini kurtaracak ruhlar aramaktadır.
Bu gerçek dolayısıyla günümüzde artık tehlike alarmları çalan mânevî ve ahlâkî çöküşün önüne geçilmesi zarûrîdir. Yâni ruhları kemiren narkotik iptilâları ve fuhşiyâtın bertarâf edilmesi ve neticesinde insanımızın akıl, gönül ve ruh itibarıyla diri bir şekilde huzura kavuşması, en hayâtî meselelerimizden biri olmuştur.
Çünkü insan süflî arzularına râm olunca, ihtirasların kasırgası içinde rûhânî yapısı zaafa uğruyor, neticede maddenin esiri olarak hodgâmlaşıyor. Vahşi varlıklardan daha tehlikeli hâle geliyor. Yakıp yıkan bir Neron kesiliyor. Sadece kendisini değil, bütün toplumu da huzursuzluğun girdabına sürüklüyor.
Bu acıklı hüsrandan ise ancak iç âlemini rûhânî bir terbiye neticesinde vahşî duygulardan arındırıp kendisindeki “ben”liği bertaraf etmiş olan ruhlar kurtulabilmektir. Çünkü böyle bir ruh, Hakk’ın cemâlî sıfatlarından nasîb almaya başlar. Hâlık’ın nazarı ile mahlûkata bakış tarzı kazanır. Merhamet ve şefkatin huzurlu iklîminden nasîb alır. Böylece fazîlet kazanan ruh, etrafında kurtaracak başka ruhlar da arar. Çünkü kendini, başkalarının kurtuluşundan da mes’ûl hisseder. Onların dert ortağı ve dermânı olur. İnsanları ve mahlûkâtı Allâh’ın emaneti olarak telâkkî eder. Maksadı sırf ilâhî rızâdan ibârettir. Şefkat ve muhabbetle dolu kâmil bir vasıf kazanır. Fazîletler meşheri hâline gelir. Böylece Hulâgûluk vahşetinden kurtularak Yûnusluk ikliminde rahmet, bereket ve huzur kaynağı olur.
İşte “Faziletler Medeniyeti” isimli kitabın esas yazılma sebebi de budur. Yani maksadımız, asr-ı saadetten günümüze kadar yaşanmış fazîlet örneklerini göstererek yorgun gönüllere bir tesellî, bunalmış ruhlara bir şifâ vermek ve toplumumuzun içinde kıvrandığı buhranı hafifletmeye çalışmaktır.
Elbette ki maksadımız, gönüllere hayat verecek güzel ahlâk ve fazîletleri anlatmaktan ziyade onların yaşatılmasını sağlamak. Tabiî ahlâk ve faziletler deyince, içinde Allâh korkusu ve muhabbeti olan fazîletleri kasdediyoruz. Millî şairimiz M. Âkif ne güzel söyler:
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allâh korkusundandır.
– Efendim, nasıl bir çalışma neticesi bu kitap ortaya çıktı?
– Eser, misal yoğunluklu bir muhtevâya sahip olduğu için farklı ve temel kaynaklara inilerek taramalar yapıldı. Bir hadiseyi naklederken onun kaynağını göstermeye bilhassa dikkat ettik. Ayrıca şimdiye kadar yayınlanmış olan eserlerimizdeki misâlleri de farklı bir terkip ile tekrar değerlendirdik. Tabiî bu çalışmada başta Murat Kaya olmak üzere akademisyen talebelerimizin gayretleri de telife yardımcı oldu. Onların bu güzel gayretlerinin kendileri için bir sadaka-i câriye olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
– Eserin muhtevâsını kısaca özetlemek gerekirse neler söylemek istersiniz?
– Eserin muhtevası, genel itibariyle kâmil bir mü’minin kalbinde bulunması gereken rikkat ve muhabbete yönelik fazîlet örneklerinden oluşmaktadır. Ayrıca dinimizin tavsiye ve emrettiği zarâfetler, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata muhabbet, merhamet ve şefkatle bakış hasletleri ve diğer ulvî, ahlâkî meziyetler de muhtevâya dâhil hususlardır. Bilhassa Peygamber Efendimiz’in, ömrü boyunca sergilediği eşsiz yücelik ve güzellikteki fiil ve davranışlar manzûmesi, Fazîletler Medeniyeti’nin özünü oluşturmaktadır. Diğer taraftan Allâh dostlarının, İslâm ulemâsının ve cihâna yön veren cihangir devlet adamlarımızın hayatında yer alan fazîlet örnekleri de eserde önemli derecede yer tutmaktadır. Bu sebeple asıl ağırlık onlara verilmiştir.
Ele aldığımız mevzûlar ve naklettiğimiz misaller, bilhassa kalbleri yumuşatıp huzûra kavuşturma vasfına sahip olan yüksek fazîletlerdir.
Esasen İslâmiyet de bütünüyle kâmil bir fazîlet, şefkat ve merhamet dinidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in 23 senelik nebevî hayatı, bu gerçeğin en müşahhas örneği olarak karşımızdadır. Varlık Nûru Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsî hayatıyla İslâmî fazîlet, nezâket ve hassâsiyetleri nasıl sergilediğini müşâhede etmek için sayısız örnekler içinden şu iki-üç misâle bakmak bile kâfîdir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir topluluktaki suçlu şahsı bilse bile onu rencide etmemek için -âdeta- belirsiz hâle getirir ve o kusurdan bütün topluluğu sakındırırdı. Bâzen de muhâtaplarının hatâlarını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla:
“_Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum!”1 buyurarak, kendilerine galat-ı ru’yet (yanlış görme) izâfe ederlerdi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir adamdan menfî bir söz ulaştığında; “Falan niye böyle söylemiş?” demezdi. Lâkin; “Bu insanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?” derdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 5/4788)
Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, vefâtına yakın ashâb-ı kirâmı topladı. Kâbına varılmaz bir fazîlet örneği sergileyerek ve kendi şahsında ümmetine ulvî bir misâl olarak onlara şöyle buyurdu:
“Ashâbım! Nihâyet ben de bir insanım. Aranızda bâzı kimselerin hakları geçmiş olabilir. Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun (da hakkını alsın)! Kimin malından sehven (bilmeyerek) almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400)
Bu yüce davranış, toplumun en alt kademesindeki bir kimseden en üst makamdaki idârecilere varıncaya kadar herkesin örnek ve ibret alması gereken bir numûnedir. Ne büyüklüktür ki, cümle âlemlerin hürmetine yaratıldığı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün mâsumiyetine, günahtan korunmuşluğuna ve te’yîd-i ilâhîye mazhar olmasına rağmen üstünde kul hakkı olabileceğini ifade etmiş ve ashâbına kimin hakkı varsa gelip almasını beyan etmiştir. Bu davranışında da hatâyı kendisine izâfe etme inceliğiyle kul hakkının ehemmiyeti husûsunda müstesnâ bir misâl olmuştur. Böylece insanlığa hak ve hukuku tevzî etmede kâbına varılmaz bir metot lutfetmiştir.
Onun bu yüksek fazîlet ve ahlâkını örnek alarak yetişen ehl-i İslâm’ın da tarihe yazdırdığı bin bir şeref levhaları olmuştur. Meselâ Fâtih Sultan Mehmed Han, bir anlık öfkeyle elini kestirdiği bir hristiyan mîmarla muhâkeme edilmiş ve hattâ haksız bulunarak aleyhinde karar verilmiştir. Yani mahkemede Fâtih’in de elinin kesilmesine hükmedilmiştir. Ancak mîmarın bu göz yaşartıcı adâlet karşısında hakkından vazgeçmesi üzerine cezâ, diyete dönüştürülmüştür. Fâtih devrinde yaşanan bunun gibi daha nice çarpıcı fazîlet misalleri vardır. Nitekim kitabımızda da yer alan bir misal şöyledir:
Fetih sonrası Fatih, umumî bir af ilânıyla bütün Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Mahkûmlar içinde iki tane de âlim papaz vardı. Bunlar, Bizans Kralı’nı; zulmü, işkenceleri ve sefâhati sebebiyle îkaz etmiş ve bu gidişle devletinin yıkılıp gideceğini söylemiş, bu cür’etleri sebebiyle de zindana atılmışlardı. Fatih onlara kendi mülkü ve saltanatı hakkındaki kanaatlerini sorunca, buna cevap verebilmek için cemiyet hayatını tetkik etmek zorunda olduklarını söylediler ve Fatih’in beratıyla ülkeyi dolaşmaya başladılar.
İlk olarak sabahın erken saatinde bir bakkala gittiler. Bir şeyler almak istediklerini söyleyince bakkal onlara:
“–Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.
İşte Fazîletler Medeniyeti kitabı, bu nevî misâller çerçevesinde İslâm’ın eşsiz bir muhabbet, kardeşlik, adâlet, merhamet ve şefkat dîni olduğu gerçeğini dile getiriyor.
– Eserde bahsettiğiniz gibi İslâm medeniyetinde oluşmuş mükemmel bir fazîletler dünyası var. O dünyâ ile bugünkü dünya arasında ictimâî vasat bakımından ne gibi farklılıklar göze çarpıyor?
– Göze çarpan farklılıkların özelliği, câhiliye dönemi ile asr-ı saâdet dönemi arasındaki farklılıklardan başkası değil.
Çünkü bugün insanlığın âfâkını cahiliye karanlığına benzer bir karanlık bürümüş durumda. Devrimiz insanı, cahiliye insanı gibi Allâh Rasûlü’nün rahmetine ve O’nun tâlim ettiği fazîlete muhtaç. Cahiliye devrinde bir kız çocuğu, annenin yüreğinden sökülerek feryatlar içinde diri diri gömülmeye götürülüyordu. Bugün ise bir sürü kürtaj cellâtları daha doğmadan mâsum bebekleri katlediyor. Nükleer silâhların tahribâtı, yine birçok mâsum insanın hayatını ve neslini karartıyor. Yani o günün câhiliye devri ile bugünün câhiliye devri arasında kullanılan zulüm vasıta ve teknikleri açısından fark varsa da ortaya konulan vahşet aynı. O günün cahiliyesinde M. Âkif’in dediği gibi:
“Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi…”
Bugün de aynı değil mi? Bir kimse zayıfsa, gücü yoksa, hemen bütün büyük sırtlanlar onun üstüne üşüşüyor… İktisâdî hayat, tröst ve kartellerin tasallutu altında… Bu gerçek, fertler arasında böyle olduğu gibi devletler arasında da böyle cereyan etmektedir.
Zîrâ yukarıda da ifâde etmiş olduğumuz gibi bugün dünyâyı saran kapitalizm ve onun getirdiği menfaat felsefesi (pragmatizm), maddî arzu ve ihtiyaçları aşırı besleyerek ruhu zayıflatmış, nefisleri azgınlaştırmış ve neticede fazîletlerin yaşanıp yaşatılmasını neredeyse imkânsız hâle getirmiştir. Din, insanların yaşadığı hayatın özüne müessir olmaktan çıkmıştır. Bunun neticesi olarak da zulüm ve vahşet tabloları had safhaya varmış ve dünya oligarşik bir yapıya mahkûm olmuştur. Onun için dünya çapında ruhlara huzur ve sükûnet verecek mânevî bir telkinin îcap ve ihtiyacı had safhadadır. Tek kurtuluş yolu, fazîlete, ahlâka sarılarak mâneviyâtı takviye etmek, böylece kendimizi ve insanlığı maddenin sultasından kurtarmaya çalışmaktır…
Burada şunu belirtmeli ki İslâm, maddî îcap ve ihtiyaçları inkâr etmez. Sadece onları olması gerektiği noktada tutar ve mânevî duyguların aleyhine dönüşmesini engeller. Çünkü İslâm, insanı, ruh ve beden bütünlüğü gerçeğine göre değerlendirir ve her ikisinin hayâtî îcap ve ihtiyaçlarını da bir diğerini yok saymadan düzenlemeyi emreder. Meselâ zühd ve takvâya dalarak başkalarının sırtından geçinmeyi menettiği gibi, hayâtî ihtiyaçları maddeden ibaret görmeyi de reddeder. İslâm, bu iki kategori îcap ve ihtiyaç arasında ideal bir âhenk vücûda getirmektedir. İnsanları; vakur ve şahsiyetli fakat egoist değil, mütevâzî ve diğergâm fakat zillete dûçâr değil, şeklinde bir hüviyetle ihyâ etmektedir. Biz de bu eserde okuyucularımıza bu hassas ve ideal ölçüyü kazandırmaya çalıştık.
Bu maksatla Peygamber Efendimiz’i aramızda yaşıyormuşçasına yakından tanımaya ve onunla duygu derinliğine vararak hemhâl olmaya fevkalâde ehemmiyet vermeliyiz. Tek ümidimiz ve kurtuluş kapımız budur. Zira Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’i bütün âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Nihayetinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiye üslûbu ile nice câhiliye insanları hidayetle şereflenmiş ve içlerinden bütün insanlığın semasında birer yıldız olarak parıldayan zirve şahsiyetler yetişmiştir. Kız çocuklarını diri diri gömen bir nesilden gözleri yaşlı, âleme merhamet ve şefkat tevzî eden ve gerçek insanlığın tercümanı olan bir nesil oluşmuştur. Çünkü onlar, güzel ahlâkı tamamlamak maksadıyla gönderilen o yüce Peygamber’den ilhâm almışlardır. Günümüzün insanı da hayatını tanzim hususunda evveliyetle o menbâdan feyizyâb olmaya muhtaçtır.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rahmet ve merhameti o kadar kuşatıcıydı ki, sadece insanlar değil bütün varlıklar onun şefkat kanatları altına koşmaktaydı. O Şefkatli Peygamber, çığlık çığlığa gelen anne kuşun da derdine tercüman ve tesellî idi. Gözü yaşlı devenin hakkını da koruyan bir hâmî idi. Diri diri üzerinden parça kesilen hayvana yapılan zulmün karşısına çıkıyor ve bu tür vahşetleri engelliyordu. Bugün bu şefkat ve merhamet tecellîleri neredeyse unutulur hâle geldi. Daldan dala konarak sesiyle, rengiyle ve âhengiyle bir ilâhî kudret güzelliği olan kuşları kafeslere mahkûm etmek, ne acı merhametsizlik! Kurban kesilecek hayvanları üst üste aynı kanlı çukura yatırmak ve önlerinde bıçak bilemek, ne kadar dehşetli bir hissizlik! Dün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i derinden yaralayan bir hâdise olan karınca yuvalarının yakılmasının, bugün tarlaları temizlemek maksadıyla devam etmesi de ne kadar acı bir duyarsızlıktır! Daha bunlar gibi önemsiz görülen belki nice hâdiseler yaşanıyor bugün. Oysa mahlûkat hakkı da mühim. Çünkü onların hakkına riayet etmeyen, insan hakkına hiç riâyet etmez. İnsan hakkına riâyet etmeyen, Allâh hakkına da riâyet edemez. Unutmamak gerekir ki Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in 23 yıllık nebevî hayatı, insanlardan hayvanata kadar yapılan her türlü zulüm terörüne karşı mücâdele ile geçmiştir.
– Efendim, bugünün gözüyle bakıldığında İslâm’ın fazîletler dünyası âdeta yaşanması zor bir ictimaî seviye gibi algılanıyor. Adeta “Bunlar insanüstü yaşanması mümkün olmayan şeyler! Hele bu çağda böyle bir seviye hayal ötesi bir şey.” deniyor. Buradan öncelikle şu sualler ortaya çıkıyor:Böyle bir medeniyeti bugün de sergileyebilme imkânından söz edilebilir mi? Bir sahâbî veya bir Allâh dostu, günümüz insanı için bugünün şartlarına göre nasıl bir model oluşturabilir? Ya da onların hayatlarını, tarihten güzel sayfalar olarak mı okumalıyız, yoksa yaşanabilir örnekler olarak mı?
– Böyle bir imkândan bugün de söz edilebilir. Çünkü mesele zaman meselesi değil, gönül meselesidir. Kıvama ermiş gönül, hangi zaman ve şartlar içinde gelirse gelsin, çamur içinde kalan bir altın misâli, tabiatındaki güzelliği yine de muhafaza edebilir. Dolayısıyla bir sahâbînin ve Allâh dostunun fazîlet dolu hayatı, yaşanabilir örnekler olarak okunmalıdır. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın, bizlerden istediği de o fazîletleri yaşayabilmektir.
Nitekim Allâh Teâlâ, zor günlerde fazîletler sergileyebilmeyi, bizden «karz-ı hasen» yani “güzel bir borç” olarak istemektedir. Bunun yolu da Peygamber Efendimiz’in rûhânî hayatından muhabbet, feyiz ve hisse almaya bağlıdır. Nitekim O’nun bu eşsiz örneklik durumu Kur’ân-ı Kerîm’de “üsve-i hasene” olarak vasıflandırılır. Bir ilâhî vasıflandırmanın eseri olan bu keyfiyet, belli bir zamana mahsus değildir. Yani ona tâbî olmak isteyen için ondan istifade her zaman ve ortamda mümkündür.
Peygamber Efendimiz’e tâbî olmanın bir yolu da O’na tâbî olanları örnek almaktan geçer. Sahâbeyi, tâbiîni ve onlara tâbî olan ihsan sahiplerini örnek almalı ve onların fazîlet dolu hâllerine mukâbil kendi hâlimizi devamlı mizan ve kıyas etmeliyiz. Onların her biri bizim için hayatımıza yansıtacağımız ulvî fazîlet modelleridir.
Şu bir gerçektir ki, örneksiz kavramak mümkün değildir. Örnek ile hayır da şer de netleşir. Kur’ân-ı Kerîm daima örnekler verir. Çünkü insanlar bu örneklerdeki güzellik ve fazîlete her zaman ihtiyaç hâlindedir. Çünkü fazîlet örnekleri gönüllerdeki îman ile sevgiyi güçlendirir ve seven de sevdiğine duyduğu muhabbet nisbetinde onu örnek almaya devam eder.
Bu fazîletler, öyle değerli kazançlara vesile olur ki, insanlar, bunlar sebebiyle hidâyete kavuşur ve Allâh’a daha yakın hâle gelerek gerçek “vuslat”ın lezzetine nâil olurlar. Nitekim cahiliye devrinde Hakîm bin Hizâm diye bir kişi vardı. Babalar kız çocuklarını diri diri gömmeye götürürken bu, onları bir bedel karşılığında satın alır, sonra da büyütüp serbest bırakırdı. Nihayetinde bu zât iyi niyetinin ve vicdan temizliği içinde îfâ ettiği bu güzel amelinin neticesinde İslâm ile şereflendi. Bu demektir ki, câhiliye devrinde bile böylesi fazîletler yaşanabilmişse, bugün de elbette daha kolay yaşanabilir. Ama bunun için ifade ettiğimiz gibi, insanlığa örnek olacak rehber şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Çünkü kalabalıklar, kitleler, rehber şahsiyetlere göre şekillenir. Nitekim bugün yetişmiş öncü sûfîler, Avrupa’da da birçok insanları isyan ve süflî arzuların uçurumlarından çekip hidayetlerine vesile olabilmektedirler. Bu hususta gerek yaşayan örnekler, gerekse ihlâsla yazılmış eserler, büyük bir vazife görmektedir. Meselâ Muhyiddîn-i Arabî, İmam-ı Gazalî gibi nice Hak dostlarının eserleri ve nâdide bir eser olan Mesnevî, sanki bugünkü insana yazılmış birer mektup gibi gönüllere feyz bahşetmeye devâm etmektedir.
– Size göre “Fazîletler Medeniyeti” nasıl bir ruh ikliminde meydana geliyor?
– Fazîletler medeniyeti, her şeyden önce sağlam bir îman zemîninde doğar, büyür ve gelişir. Çünkü o îman, en alt tabaka için Allâh korkusu, havas içinse Allâh muhabbeti ile his ve irâdeye sağlam bir istikâmet kazandırır. Bu sebepledir ki evveliyetle îmânı takviye etmek lâzım. Buna bağlı olarak ihtirastan âzâde olmuş, öfkeye hâkim olmuş, sabır ile yoğrulmuş, nefsânî engellerini bertaraf etmiş bir gönül iklimi şarttır. Bu iklimi de en olgun şekliyle ancak tasavvufî eğitimin feyiz ve rûhâniyeti ile oluşturmak mümkündür. Zaten kitapta yer alan örnekler de büyük ölçüde nebevî yolun zaman ve mekânlara yayılmış vârisleri olan tasavvuf erbâbının örneklerinden oluşmaktadır.
Allâh, kâinatta müsbet veya menfî her şeyin bir misâlini vermiştir. Meselâ nefsâniyetin peşinde olduğu için süflî arzularına dûçar olmuş bir insanın misâlini hayvanât içinde rahatlıkla bulabiliriz. Helâller dururken harama dadanmış bir insanın misâli, önüne en lezîz etler konduğu hâlde birden karşısına çıkıveren bir farenin peşinden koşan bir kedi gibidir. Hazret-i Mevlânâ, ihtirâsın girdabında helâk olan insanın hazin hâlini ne güzel ifâde eder:
“Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya takılmıştır.”
Sâdî-i Şîrâzî de ihtiras belâsına şu misâli verir:
“Mide derdi olmasaydı, hiçbir kuş tuzağa düşmezdi.”
Dolayısıyla insan için nefis imtihanını bertaraf etmek ve fazîletlere nâil olabilmek, en temel kulluk vazifesidir.
Diğer taraftan îman ve ihlâs zemininin yanında dost zemini de fazîlet medeniyetinin inşasında önemlidir. Bu sebepten kişi kendine göre daha fazîletli insanlarla beraberliğe ehemmiyet vermelidir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Sâdıklarla beraber olunuz!” (et-Tevbe, 119)
Çünkü sâdıklarla beraberlik, gönüllerde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbeti besleyip geliştirir. Kulu: «Kişi sevdiğiyle beraberdir.» (Buhârî, Edeb, 96) tecellîsi üzere yaşatır. Tasavvufta eğitim metotlarından biri olan râbıtanın hedefi de budur. Maksat, gönül bağını taze ve canlı tutabilmektir. Sâdıkların güzel hâlleri böylece sirâyet edecektir. Çünkü hâl sirâyeti, muhabbet ve ünsiyet nisbetinde gerçekleşir. Dolayısıyla ünsiyetin özü, kalbî beraberliktir.
Bu noktada hayatta olan fazîlet sahibi insanlarla beraberlik kadar önceden yaşamış olan örnek şahsiyetlerle hemhâl olmak da önemli ve gereklidir. Bu da rûhen onlarla dostluk etme ve onları kendine örnek alma mânâsına gelir. Zaten fazîletli insanlarla beraberliklerimiz, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraberlik için birer basamak değil midir?
Tabiî ki fazîlet sahibi bir dosttan gerçek mânâda istifade edebilmek de ancak musaffâ bir kalb ile mümkündür. Zira bir ışık kaynağından gelen huzmeler ancak parlak ve mücellâ aynalarda kendini gösterir. Kömürleşmiş bir satıh ışığı belli etmez, yok eder. Hâsılı, her şey kalb tezkiyesine gelip düğümlenmektedir. Çünkü ihtiraslarla yoğrulmuş bir kalbden aslâ fazîlet sudûr etmez.
– Eserde anlatılan fazîletleri hayata taşımak için nasıl bir seyir takip etmek lâzım?
– Ahlâkta belli bir kemal ve olgunluğa erişmek, tedricen yani derece derece gerçekleşen bir hadisedir. Terbiye suretiyle bu yolda ancak kademe kademe, basamak basamak ilerlemek mümkündür.
Yani aslâ bir binaya çatıdan başlanmaz. Önce temel kazılır. Sonra temele işlenmemiş ham taşlar doldurulur. Daha sonra işlenmiş tuğlalarla duvarlar yükseltilir vs… Çatı en sonraki iştir. Tıpkı bu şekilde, hayırlı amellerin de bize en kolay geleninden başlamak ve bunu derece derece artırmak yolunu takip etmeliyiz. Çünkü işin zorundan başlamak, insana bıkkınlık ve bezginlik verir. Bu da, arzu edilen fazîletleri hayata geçirmeye ve onlarda devamlılığa mânidir. Lâkin derece derece kazanılan fazîletler hem nefsi olgunlaştırır hem de daha sağlam bir şekilde insanın şahsiyetinde yer eder. Zaten kalbî terbiye arttıkça fazîletler birbiri ardınca kendiliğinden tecellî etmeye başlar. Fücûr (gaflet ve günahlar) bertaraf olunup takvâya doğru yönelme gerçekleşir.
Bütün bu seyir hâli de, kulun istîdâdına göre yavaş veya hızlı gerçekleşebilir. Burada kulun istîdat ve kabiliyeti ile olgunluğuna göre hareket etmek, nebevî metoda da en uygun olandır. Çünkü -sallâllâhu aleyhi ve selem- Efendimiz, herkesin mânevî seviyesine göre fazîlete davet ederdi. Bir sahâbiye: “Şunları şunları yap!” derdi. Sonra o sahabenin aldığı mesafe ve liyakatine göre: “Senin için bunlar da kâfî değil, şunları şunları da yap!” diye ilâve tavsiyelerde bulunurdu. Fakat hayatı kaba ölçüler içinde geçen bir bedevîye sadece farzları emrederdi. Muhâtabı tanımak ve ona göre reçete vermek, zarûrîdir.
– Efendim, bu eserle nasıl bir faydayı gâye edindiniz?
– Eserin az evvel bahsettiğimiz yazılış gayesi, arzu edilen faydayı da ifade etmektedir. Maksat, toplumdaki kötülükleri ölçü alarak lâkayt bir yaşayış içinde olmamak, bilâkis ulvî örnek ve yüce misallerden haberdar olarak güzel ahlâk ölçüleri içinde yaşamak. Yoksa dünya, gittikçe daha fazla cahiliye şartlarına döner. Gönüller kuruyup vîrâneleşir.
Diğer taraftan herkes, sahip olduğu nimet kadar mes’uldür. Bu mes’uliyet içerisinde cemiyetin faydasına bir sosyal alâka sahibi olmak da vardır. Yani fazîlet ölçüleri ile hem kendimizi düzeltip hayatımızı şekillendirmeli, hem de cemiyetteki aksaklıkları da -imkân nisbetinde- gidermeye çalışmalıyız. Bir mü’min kendisini, toplumun gidişat ve ahvâlinden mes’ul görmelidir. Bîgâne ve duygusuz kalmak, vicdanların ve ruhların hastalığının alâmetidir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir.”
buyurmaktadır.Yani birinin apartmanı var ve üstüne yeni bir kat yapacaksa ve komşusunun da çadırı bile yoksa o bundan mes’uldür. Kendisine kat çıkmayıp komşusuna çadır yapmayı tercih etmelidir.
Çünkü İslâm egoizme karşıdır. İslâm’da birtakım ferdî ibadetler emredilmiştir, fakat bunlar da bir yönüyle içtimâî ibadetleri de yapacak olgunluğa kavuşturmak içindir. Çünkü insanlar cemiyet hâlinde yaşarlar. Cemiyet de ahlâk ve fazîlet harcıyla kurulmuş muhabbet ve merhamet, kardeşlik ve yardımlaşma temelleri ile ayakta durur. Bu hususiyetlerle fazîlet sahipleri, hizmet ehli olur. Yani eserden hâsıl olmasını temennî ettiğimiz bir fayda, böyle bir hizmet ehli olabilmektir. Esasen tasavvufun özü de, insanlara ve mahlûkâta merhamet ve şefkat ile hizmetten ibarettir.
Fazîletin zirvesini sergileyen ve “Fazîletler Medeniyeti”ni inşâ eden peygamberler ve onların zaman ve mekânlara yayılan vârisleri olan Hak dostlarının iç dünyâlarını yansıtan fazîletlerine nazar edildiğinde, onların en fârik vasıflarından birinin de; sâhipsizlere ve yalnızlara her şeyiyle sahip olabilme ve onların mes’ûliyetini yüklenme olduğu müşâhede edilir.
Nitekim velîler sultânı olan Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-, en büyük mânevî terakkîye ve ulaştığı bütün yüce mertebelere hizmet sâyesinde nâil olduğunu ifâde eder. O, ilk intisâb yıllarında senelerce hastalıklı hayvanlara ve hasta insanlara hizmet etmiş ve mahlûkâtın geçeceği yolları temizlemiştir. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, hizmet yolundaki gayretlerini kendisi şöyle anlatır:
“Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri îfâ ettim. Benliğim o hâle geldi ki, yoldan geçerken, Allâh’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hizmetim yedi sene devâm etti. Buna mukâbil öyle bir hâl tecellî etti ki, onların inilti sûretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hisseder hâle geldim.”
Bu gönül kıvamı, Hâlık’tan ötürü mahlûkâta, yine O’nun muhabbetiyle nazar içinde fedâkârâne hizmetin müşahhas bir tezâhürüdür.
Yorumlar
Yorum Gönder