Kur'an-ı Kerim'de konuşma adabı
Îman; Allâh’a samîmî bir muhabbetle bağlılıktır. Mü’minin Allâh’a vuslat yolunda en büyük sermâyesi, muhabbetidir. Fakat davranışlara intikal etmeyip sözde kalan bir muhabbet, tek başına kâfî değildir.
Muhabbetin kâmil neticesi, edebe riâyetle elde edilebilir. Edep ise, rûha ferahlık veren bir gül kokusu gibidir. O kokunun, mü’minin gönül dokusuna güzelce nüfûz etmesi ve hayatının her safhasında hissedilmesi îcâb eder. Ne zaman ki davranışların hâkim vasfı edep, nezâket ve zarâfet hâline gelir, bu aynı zamanda îmânın kemâlinin de tescîli demektir.
Zîrâ Hak dostu Mevlânâ’nın ifâdesiyle: “Aklım, kalbime; «Îmân nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek dedi ki: «Îmân, edepten ibârettir!»” Dolayısıyla Hak dostu kâmil mü’minlerin her hâl ve davranışı, bir edep ve nezâket tâlimidir.
Rabbimiz de Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği ölçülerle bizleri kulluk edebine dâvet etmektedir. Edep kâidelerine tâbî kılınması gereken beşerî davranışlarımızın başında “konuşma” gelir.
Konuşma, kişinin aklî ve kalbî seviyesini, îmânî ve ahlâkî durumunu gösteren mücellâ bir ayna gibidir. Nitekim büyükler; “İnsan, dilinin altında gizlidir.” demişlerdir. Dolayısıyla, ince ruhlu ve zarif bir mü’minin konuşması da nâzik ve edepli olur.
Şu hâdise, buna ne güzel bir misaldir: Kubâs bin Üşeym -radıyallâhu anh-: “–Ben ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Fil Senesi’nde doğduk.” der. Osman bin Affân -radıyallâhu anh- ona: “–Sen mi daha büyüksün, yoksa Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mi?” diye sorar. O mübârek sahâbî, şu edep numûnesi karşılığı verir: “–Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, benden çok çok ve târife sığmaz derecede büyüktür. Doğumda ise ben O’ndan daha eskiyim…” (Tirmizî, Menâkıb, 2/3619)
İşte örnek nesildeki rûh inceliğinin lisâna aksetmiş hâli… Düşünmek îcâb eder ki, bu kadar nâzik, zarif ve ince bir lisan kullanmayı telkin eden gönül hassâsiyeti; hangi terbiyenin, hangi eğitimin mahsûlüdür?..
Kâinâtta bütün varlıklar kendi dillerince Hakk’ı zikir ve tesbîh ile meşgul olurlar. Mahlûkât içinde lisânın en gelişmiş şekli ise, insan nesline lutfedilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Rahmân, Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı, ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4) buyrulur. Rabb’imizin biz kullarına Kur’ân’ı öğrettiğini ve hemen akabinden de beyan kâbiliyeti, yâni konuşma, îzah ve ifâde istîdâdı bahşettiğini bildirmesinde, üzerinde düşünülmesi gereken nice hikmetler vardır. En başta Rabbimiz, biz kullarından, insanlar arası münâsebetlerde Kur’ân ölçüleriyle terbiye edilerek şekillendirilmiş bir konuşma üslûbu istemektedir.
Öte yandan Kur’ân-ı Kerîm’in en mühim vasıflarından biri de, fesâhat ve belâgati, yâni eşsiz edebî kıymetidir. Her fânî eser birkaç kez okununca bıkkınlık verir. Kur’ân ise, okundukça lezzeti artar. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi...” (ez-Zümer, 23)
Nitekim edebiyat fuarlarında birinci gelen söz üstâdı Arap şâirler, Kur’ân âyetlerinin eşsiz fesâhat ve belâgat kudretini gördüklerinde, Kâbe’nin duvarlarına asılmış olan şiirlerini indirmek mecbûriyetinde kalmışlardır. Dolayısıyla kelâmî bir mûcize olan Kur’ân’a muhâtap kılınan mü’minlerin, onun ahlâkıyla ahlâklanması ve onun kelâmî güzelliklerine de yaklaşmaya gayret etmesi lâzımdır.
Yâni en mükemmel ifâde kudretine mâkes olan Kur’ân-ı Kerîm, bizden de pırlanta ifâdeler ister. Maksadı güzel ve tesirli bir şekilde ifâde edebilmek için, berrak bir su gibi akıcı ve rûha huzur veren, düzgün bir lisan şarttır. Zîrâ İslâm’ın güzellik, nezâket ve zarâfeti, lisan güzelliği ile de sergilenmelidir.
Kur’ân’ın Rahmet Lisânına Âşinâ Olmak...
Kur’ân’ın hikmet ve sırları, bir okyanus gibi derindir. Lâkin herkes kendi kalbî derinliği nisbetinde ondan istifâde eder. Kişinin kalbî istiâbı bir terzi yüksüğü kadar küçükse, o uçsuz bucaksız deryâdan alabileceği nasip de o nisbette olacaktır.
Avâm-havâs bütün mü’minler aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okurlar, fakat herkes kendi kalbî seviyesi kadar hisse alır. Kur’ân’ın mânâları, kulun Hakk’a yakınlığı derecesinde açılır. O hâlde kendimize sormalıyız: Bütün âlemleri yoktan var eden Yaratıcımız’ın bizlere gönderdiği mektup olan Kur’ân-ı Kerîm’e karşı merak ve alâkamız, fânîlerden gelen mektuplarla kıyaslanamayacak derecede yüksek bir seviyede mi? Onu ne kadar okuyup anlama ve hikmetine erebilme gayretindeyiz? Anlayamadıklarımızı bilenlere soruyor, onun muhtevâsıyla yeterince meşgûl oluyor muyuz? İşte bu nevî suallere tatminkâr cevaplar verebildiğimiz zaman, Kur’ân’ın rahmet lisânına âşinâ olabiliriz.
Dünyevî maîşet ve apolet derdiyle bir beşer lisânını öğrenmek için gösterilen gayretleri düşünelim: Bilhassa günümüzde global bir dünyada yaşar olduk. Bu yüzden yabancı bir lisan öğrenmek için kurslara gidilip çok ciddî emekler veriliyor, büyük masraflar ediliyor. Hattâ ömrün bir kısmı, o lisanın konuşulduğu ülkelerde tüketiliyor. Hattâ bu iş, büyük bir ticârî sektör hâline de geldi. Tabiî ki lisan öğrenmek güzel bir şeydir.
Fakat bütün dillerin yaratıcısı ve sahibi Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarından, insanlık şeref ve haysiyetini muhâfaza ederek yaşamamız için ilk başta öğrenmemizi murâd ettiği lisan, “Kur’ân Lisânı”dır. Bu ise kuru kuruya bir Arapça öğrenmek değil, Kur’ân’ın rahmet lisânıyla konuşabilmeyi öğrenmektir. Bunun da yolu; önce Kur’ânî îkazlara göre dilimizi düzeltip terbiye etmek, sonra da ilâhî telkinlerle onu güzelleştirmekten geçer.
Günümüzde insanî münâsebetlerde yaşanan pek çok sıkıntı, lisânın yanlış kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Zîrâ dil, hayrın anahtarı olabileceği gibi, doğru kullanılmadığında şerre de anahtar olabilir. Bunun için dilimizin kalplere batan bir diken olmamasına çok dikkat etmemiz îcâb eder. Nitekim ecdâdımız; “Kılıç yarası onulur, dil yarası onulmaz.” demişlerdir. Dolayısıyla konuşmadan önce düşünmek, sözün varacağı noktayı iyi hesab etmek gerekir. Konuşmak, eline bir taş alıp atmak gibidir. O taşın nereye düşeceğine dikkat etmelidir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bu hakîkate işâretle: “…Özür dilemeni gerektiren bir sözü konuşma!..” buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Zühd, 15)
Söylenmiş bir söz, yaydan çıkmış bir ok gibidir; bir daha geri dönmesi mümkün değildir. İnsan, söylemeden önce sözünün hâkimi iken, söyledikten sonra onun mahkûmu olur. Söylenmemiş bir sözü her zaman söyleme imkânı vardır. Fakat söylenen bir sözü de dâimâ müdâfaa etmek veya hesâbını vermek gerekir. Kâmil mü’minler, evvelâ söyleyecekleri sözün fayda verip vermeyeceğine dikkat eder, kendilerine veya muhâtaplarına zarar verecekse sükûtu tercih ederler. Ayrıca, hangi sözü hangi seviyede ve nasıl söyleyeceklerine de îtinâ gösterirler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ne güzel söyler: “Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini iyi düşün!”
Mü’min, firâset sahibi olmalı, muhâtabına göre konuşma üslûbunu ayarlamalıdır. Zîrâ bir kimseyi sevindiren bir davranış, bir başkasını üzebilir. Dolayısıyla muhâtabının psikolojik durumunu tespit edebilmek ve iki üç merhale sonrasını düşünerek söz söylemek gerekir. Yâni en sonda söylenecek bir sözü en başta söylememek îcâb eder. İnsanlar da dâimâ böyle firâset sâhibi kimselerin nasihat ve beyanlarına hayrân olur ve îtimâd ederler. Bunun içindir ki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanlara ilgi duyacakları konulardan yaklaşır ve muhâtabının idrak seviyesine göre konuşma üslûbunu ayarlardı. Bir bedevîye onun anlayabileceği temel esasları tebliğ eder, yüksek istîdatlı sahâbîlerine ise havâs seviyesindeki sır ve hikmetleri de naklederdi.
Nitekim Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Ebû Bekir ile husûsî bir sohbetine şâhid olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-büyük ilim ve irfânına rağmen: “–Ben onların yanında sanki Arapça bilmeyen biri gibi kaldım. Sözlerinden bir şey anlayamadım.” buyurmuştur. İşte böyle yüksek hakîkatlerin sığ idrakler tarafından yanlış anlaşılmasına mahal vermemek içindir ki Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Ey İbn-i Abbâs! İnsanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zîrâ böyle yapman, fitneye düşmelerine sebep olur.” buyurmuştur. (Deylemî, V, 359) Hazret-i Mevlânâ da âdeta bu hadîs-i şerîfin şerhi mâhiyetinde: “Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!” diye nasihat etmiştir.
Birgün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devesinin üzerinde, arkadaşları da O’nun önünde gidiyorlardı. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-: “–Ey Allâh’ın Elçisi! Siz’i rahatsız etmeyeceksem, yanınıza yaklaşmama izin verir misiniz?” diye sordu. Peygamber Efendimiz izin verince Hazret-i Muâz: “–Canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâzım, bizim emânetimizi Sen’den önce almasıdır. Allah göstermesin ama, Sen bizden önce vefât edersen, Sen’den sonra hangi ibâdetleri yapalım?” diye sordu.
Hazret-i Peygamber bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz:
“–Allah yolunda cihâd mı edelim?” diye sordu. Peygamber Efendimiz: “–Allah yolunda cihâd güzel şeydir; ama insanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyurdu. “–Yâni oruç tutmak, zekât vermek mi?” “–Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.” Muâz -radıyallâhu anh-, bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defâsında: “–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyuruyordu. Hazret-i Muâz: “–Anam, babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sorunca Peygamber Efendimiz ağzını gösterdi ve: “–Hayır konuşmayacaksa susmak.” buyurdu. Muâz -radıyallâhu anh-: “–Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine hafifçe vurarak ona şunları söyledi: “–Allah hayrını versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayırlı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra kavuşunuz.” (Hâkim, IV, 319/7774) Dolayısıyla mü’min, söylemiş olduğu sözlerin ilâhî kameralar tarafından kaydedildiğini aslâ unutmamalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur: “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 18)
Bu dünyada her sözümüzden dolayı hesaba çekilmesek bile, âhirette mutlaka hesaba çekileceğiz. Bu yüzden ağzımıza giren lokmalar kadar ağzımızdan çıkan sözlere de ciddiyetle dikkat etmemiz şarttır. Yine bu hikmete binâendir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de, söz söyleme âdâbına, yâni nasıl konuşulup nasıl konuşulmayacağı husûsuna büyük ehemmiyet verilmektedir.
Kur’ân, Bizden Nasıl Bir Konuşma Üslûbu İstiyor?
Kur’ân-ı Kerîm, bizleri evvelâ güzel ve düzgün ifâdeler kullanmaya dâvet ediyor. İnsanlara “kavl-i hasen”1, yâni en güzel sözü söylemeyi emrediyor.
Anne-babaya karşı “öf” bile deme, onlara; • (kavlen kerîmâ)2, yâni ikramkâr ve iltifatkâr söz söyle, buyuruyor.
Fakir-fukarâya, muhtaç ve mahrumlara verecek bir şey bulamıyorsan, hiç olmazsa onlara karşı, • (kavlen meysûrâ)3, yâni gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle, buyuruyor.
Başa kakmak ve gönül incitmek sûretiyle ecri zâyi edilen bir sadakadansa • (kavlün ma’rûfun)4, yâni tatlı bir söz daha hayırlıdır, buyuruyor.
Kanadı kırık bir kuş gibi himâyeye muhtaç yetimlere, yakın akrabâya, yoksullara karşı yine • (kavlen ma’rûfâ)5, yâni güzel söz ve tatlı dille konuş, buyuruyor.
Kalbinde mânevî hastalık bulunan kimselere karşı herhangi bir töhmete, fitneye veya yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için yine • (kavlen ma’rûfâ)6, yâni yerinde ve uygun bir söz söyleyin, buyuruyor.
Zâlimlerin kalbini yumuşatmak için • (kavlen leyyinâ)7, yâni yumuşak söz söyleyin, buyuruyor. Tebliğde sert ve haşin hitapların, menfî bir tesir hâsıl edeceğini telkîn ediyor.
Bu yüzden tatlı dille, güler yüzle, nefret ettirmeden, bilâkis müjdeleyen ve muhabbeti artıran bir üslûb ile konuşmayı öğütlüyor.
Yine tebliğ esnâsında • (kavlen belîgâ)8, yâni gönüllere işleyecek tesirli ve belîğ bir söz söyleyin, buyuruyor. Böylece sözümüzün tesirli olabilmesi ve gönüllere ulaşabilmesi için kalpten gelmesi gerektiğini, aksi hâlde sırf dilden çıkan ifâdelerin bir kulaktan girip diğerinden çıkacağını telkîn ediyor. Tıpkı kaldırım kenarlarında açan çiçekler gibi, gönülden gelmeyen sözlerin de tesir bakımından gayet kısa ömürlü olacağını ihtâr ediyor.
Ayrıca tebliğ veya irşâdın sıradan sözlerle değil; belîğ, yâni rûha tesir edecek, güzel, hikmetli, edebî ve titizlikle seçilmiş özlü ifâdelerle yapılması da ilâhî emirler cümlesindendir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et!..” (en-Nahl, 125)
Ruhlar hikmete meclûbdur. Hikmetli söz, rûhun gıdâsıdır. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur ki: “Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zîrâ bedenlerin yorulduğu gibi ruhlar da yorulur.” Yâni mü’minin dili, ilâhî hakikatlerin bediî ve rûhânî güzelliklerini sergileyen bir hikmet pınarı olmalıdır. Yine Kur’ân-ı Kerîm, kendimiz için doğruluk, adâlet ve hakkâniyetle muâmele görmek istiyorsak, işlerimizin ve hâllerimizin düzelip Allâh’ın bizi affetmesini diliyorsak, bizim de her hususta doğru, samîmî, âdil ve hak-şinas olmamızı emrederek • (kavlen sedîdâ)9, yâni doğru söz söyleyin, buyuruyor.
Nitekim doğru sözlü olmak ve hiç kimseyi aslâ aldatmamak, müslümanlığımızın olmazsa olmaz bir şartıdır. Müslüman, acı da olsa, kendi aleyhine bile olsa doğruyu söyler. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şakalarında bile hakîkat dışı bir ifâde kullanmamışlardır. Zîrâ O’nun doğruluk şuuru öyle bir kalbî rikkat hâline gelmişti ki, bir kadının çocuğunu çağırırken: “-Gel bak sana ne vereceğim!” demesi üzerine hemen kadına, ona ne vereceğini sormuş, kadın da birkaç hurma vereceğini söyleyince: “-Şâyet ona bir şey vermeyecek olsaydın, sana bir yalan günâhı yazılırdı.” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Edeb, 80/4991; Ahmed, III, 447) İşte hidâyet rehberimiz Kur’ân-ı Kerîm nice âyetiyle biz mü’minleri doğru, düzgün, münâsip, yumuşak ve tatlı ifâdelerle konuşmaya dâvet etmekte, bunların zıddı olan konuşmalardan da sakındırmaktadır.
Kur’ân’ın Men Ettiği Konuşmalar
Kur’ân-ı Kerîm, şirk ve küfür ehlinin hakîkat dışı ifâdelerinin, “vebâli çok büyük söz”10, “boş söz”11 ve “tenâkuz dolu söz”12 olduğunu bildirir. Başta şirk, nifak ve küfür gibi Allâh’a karşı irtikâb edilenler olmak üzere her türlü “yalan söz”ü13 de şiddetle yasaklar. Bu cümleden olarak yalancı şâhitlik yapanlara Kur’ân’ın tehdîdi gerçekten pek büyüktür.
Cenâb-ı Hak, kötü sözlerin14 ve bununla birlikte çirkin davranışların -mazlumun hâkim önünde ifâde etmesi gibi istisnâlar hâriç- ulu-orta söylenip alâkalı-alâkasız herkese ifşâ edilmesini yasaklar. Zîrâ bâzı çirkinliklerin anlatılıp duyurulması, onların öğrenilip yaygınlaşmasına sebebiyet verir. Edepsizlik ve hayâsızlık türünden konuşmalar da böyledir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Müstehcen konuşmak, münâfıklıktan bir bölümdür.” (Tirmizî, Kitâbu’l-Birr ve’s-Sıla, 80)
Bir de kötü ifâdelerin dile yerleşmesinden sakınmak lâzımdır. Şu kıssa bunu ne güzel îzah eder: Îsâ -aleyhisselâm- yolda bir domuza rastlar. Ona; “Selâmetle yoldan çekil!” der. Yanında bulunanlar: “–Bunu şu domuz için mi söylüyorsun?” diye sorarlar. (O ise, domuz kelimesini telâffuz etmekten ve o hayvana hitapta bile kaba bir ifâde kullanmaktan sakındığını belirtmek üzere): “–Ben, dilimi çirkin sözler söylemeye alıştırmaktan korkuyorum!” cevâbını verir. (Muvatta, Kelâm, 4)
Lisanda gerekli gereksiz çokça tekrar olunan kelimelere “pelesenk” denir ki, bu bir konuşma zaafıdır. Hele böyle bir kelime yakışıksız veya kaba ifâdeli ise, bunun mahzûru çok daha büyüktür. Sâlih insanları incitip uzaklaştıracak bu kötü huy, mü’minlere yakışmaz. Nitekim bir hadîs-i şerîfte: “Allah katında en kötü kimse, ağzının bozukluğundan dolayı insanların kendisiyle buluşmayı ve görüşmeyi terk ettiği kimsedir.” buyrulur. (Buhârî, Edeb, 48) Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- konuşma esnâsında kaba ve çirkin kelimelerin kullanılmasını istemez, aynı mânâyı ifâde eden farklı kelimeler varsa, edep ve nezâkete en uygun olanının kullanılmasını tavsiye ederdi.
İnsanları aldatmak için sözü allayıp pullamak, bir şeyi olduğundan farklı göstermek maksadıyla mübâlağalı ve yaldızlı lâflar15 kullanmak da Kur’ân’ın men ettiği bir konuşma tarzıdır.
Mü’min, sözlerinin kolay anlaşılır olmasına dikkat etmelidir. Konuşmaktan maksadın, merâmını net bir şekilde ifâde etmek olduğunu unutmamalıdır. Tasannûya kaçmak, yâni gayr-i tabiî bir sûrette süslü sözlerle edebiyat yapmaya kalkışmak ve bilgiçlik taslamak, muhâtaplar nazarındaki îtimat ve îtibârı zedeler. Sadece konuşmuş olmak için böyle davranıldığı düşüncesini doğurur. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu tip konuşmaların ilâhî gadabı celbettiğini haber vermiş ve bir defâsında da şöyle buyurmuştur: “Kim, insanların kalbini çelmek (kendine çekmek) için kelâmın (şatafatlı) kullanılışını öğrenir, (insanları bıktırırcasına) sözü gereğinden fazla uzatırsa, Allah kıyâmet günü ondan ne farz ne nâfile hiçbir ibâdetini kabûl etmez!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 86/5006)
Bu sebeple sözü fazla uzatmadan, kısa ve öz bir şekilde ifâde etmek gerekir. İfâdelerimiz berrak bir su gibi duru, sade, fakat akıcı olmalıdır. Zîrâ Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesiyle; “Uzun sözü, maksadını anlatamayan söyler.” Lâfı uzatmak, dönüp dolaşıp aynı şeyi tekrarlamak, hem muhâtabı sıkar hem de onu anlayışsız yerine koymak olur. Buna edebiyatta “itnap” yâni sözde gevezelik denir. Güzel konuşmak için, evvelâ dinlemeyi öğrenmek de şarttır.
Cenâb-ı Hak, çok dinleyip az konuşması için insana iki kulak, bir dil bahşetmiştir. Çok konuşmak, insanı gözden düşürür. Bir de içi boş tartışmalarla uzun uzadıya konuşup vakit isrâfından sakınmalıdır. İmam Evzâî (v. 157) der ki: “Allah, bir topluluğa şer murâd ederse, onlara gereksiz yere cedel (tartışma) kapısını açar ve onları amelden alıkoyar.” Bu yüzden gereksiz çekişmeler ve boş lâkırdılar da konuşmanın israfı cümlesindendir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyururlar ki: “İnsanoğlunun konuşmaları lehine değil, aleyhinedir. Ancak iyiliği emretmek veya kötülükten men etmek için yaptığı konuşmalar bunun dışındadır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 64) “Yâ Hafsa! Çok konuşmaktan sakın. Söylenen şey zikrullâh olmadıkça kalbi öldürür. Fakat Allâh’ı çokça zikret. İşte bu, kalbi diriltir.” (Ali el-Müttakî, no: 1896) “…Hayırlı şeyler konuşmak, sükûttan daha iyidir; sükût da kötü şeyler konuşmaktan daha iyidir.” (Hâkim, III, 343; Beyhâkî, Şuab, 256/4993)
Dolayısıyla nerede, ne zaman ve ne kadar konuşacağını iyi ayarlamak gerekir. Şeyh Sâdî-i Şîrâzî ne güzel söyler: “İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söyleyecek yerde susmak, susacak yerde söylemek.” Ayrıca muhâtabın durumuna göre ses tonunu da nâzik bir şekilde ayarlamak îcâb eder. Çok yüksek ve bed bir sesle, kaba-saba konuşup kulak tırmalamak da, Kur’ân-ı Kerîm’in men ettiği konuşmalardandır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19)
Nitekim bâzı sahâbîlerin, Peygamber Efendimiz’in huzûrunda yüksek sesle konuşmaları üzerine şu ilâhî ihtar gelmiştir: “Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin! Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’le yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 1-2) Bu da büyüklerin ve hürmete şâyan kimselerin huzûrunda edeben sesi kısmak gerektiğini ifâde etmektedir.
Ayrıca dili; dedikodu, gıybet, iftirâ, sû-i zan gibi çirkinliklerle de kirletmemek îcâb eder. Bunlar, kalpteki fesâdı gösteren dilin âfetleridir. Velhâsıl, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış bir mü’min, açılmış bir çiçek gibi güzelliğiyle, hoş râyihasıyla, rûhu okşamalıdır. Her sözü, rûha gıdâ olan pırlanta ifâdelerden müteşekkil olmalıdır. Sîmâsından tebessümü eksik etmemeli, tatlı diliyle rahmet tevzî etmelidir. Şahsiyeti ve davranışları itibâriyle “ahsen, ecmel ve ekmel” kıvâmında olmalıdır. Ahsen, yâni her işi en güzel olmalı, etrafına dâimâ güzellik tevzî etmelidir. Ecmel, yâni gönle huzur ve ferahlık verecek zarâfet ve letâfette olmalıdır. Ekmel, yâni çok olgun, en mükemmel olmalıdır. Böylesine ideal mü’minlerin her işi ve eseri, İslâm’ın güzelliğini, ihtişâmını, estetiğini, huzûrunu ve güleryüzünü aksettirir.
Hilye-i şerîfelerde nakledildiğine göre, Peygamber Efendimiz’in yüzünde nûr-i melâhat, sözlerinde selâset, hareketlerinde letâfet, lisânında talâkat, kelimelerinde fesâhat, beyânında fevkalâde belâğat vardı. Konuşması son derece tatlı ve gönül okşayıcı, kelimeleri ne fazla ne de eksik idi. Tane tane konuşur, her cümlesi, dinleyenler tarafından rahatça anlaşılırdı. Çabuk çabuk konuşarak sözlerini arka arkaya sıralamazdı. Hâsılı O, insanların en fasih, veciz ve hikmetli konuşanı, en özlü söz söyleyeni ve merâmını en doğru şekilde ifâde edeni idi.
Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der: “Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at edip yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana: «–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nûr saçılıyordu.» dediler.” (Heysemî, VIII, 279-280)
Rabbimiz biz kullarını, Âlemlere Rahmet Efendimiz’in rahmet lisânına âşinâ kılsın! Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanıp her hâl ve hareketimizi Kur’ân ölçüleriyle tanzîm edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin! Âmîn…
Dipnotlar:
1) el-Bakara, 83; el-İsrâ, 53. 2) el-İsrâ, 23. 3) el-İsrâ, 28. 4) el-Bakara, 263. 5) en-Nisâ 5, 8. 6) el-Ahzâb, 32. 7) Tâhâ, 44. 8) en-Nisâ, 63. 9) en-Nisâ, 9; el-Ahzâb, 70. 10) el-İsrâ, 40. 11) er-Ra’d, 33. 12) ez-Zâriyât, 7-9. 13) el-Hac, 30. 14) en-Nisâ, 148. 15) el-En’âm, 112.
Yorumlar
Yorum Gönder