Şiir ve Gönül İklimi


Hak dostları, îmânı aşkla yaşayan Peygamber vârisleridir. Onlar, Kur’ân ve sünnetten feyz alarak, gönüllerini güzel ahlâk ve davranış mükemmelliğine erdiren bahtiyarlardır. Hazret-i Peygamber ve O’nun güzîde ashâbını göremeyenler için, tâbî olunacak örnek şahsiyetlerdir.

Hak dostları, fânî vücutları toprak altına girdikten sonra bile mâzî olmazlar. Zîrâ kâmil mü’minlerin gönülleri, toprak altında çürüyüp yok olmaz. Bu sebepledir ki, onların gönül mahsûlü eserleri de ebedîleşir.

Nitekim dünyâdaki hizmetlerini berzah âleminde de devâm ettiren nice Hak dostu, bugün hâlâ aramızda yaşıyor, bizleri irşâd ediyor. Bizler öldükten sonra da onlar irşadlarıyla gönüllerde yaşamaya devâm edecekler. Onların irşâd ömürleri; Hakk’a yakınlıkları nisbetinde, devirleri ve diyarları aşıyor.

Yine onların ihlâs ile buyurdukları hikmetli sözleri ve kaleme aldıkları gönül eserleri, âdeta istikbâle gönderilmiş, muhâtabı meçhul mektuplar mesâbesindedir. Bu mektuplar, kendilerinden asırlar sonra keşfedilen mekânlara kadar ulaşmaktadır.

Nitekim günümüzün Amerika kıtasında insan rûhuna dâir en çok alâka gören eserler arasında Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin de bulunduğu mâlumdur. Ayrıca Mevlânâ Hazretleri’nin doğumunun 800’üncü senesi münâsebetiyle 2007 yılının UNESCO tarafından Mevlânâ’yı anma yılı îlân edilmesi de, bu husustaki dikkat çekici gelişmelerden bir diğeridir. Demek ki o büyük Hak dostunun asırlar önce insanlığa ihlâs ile yazdığı irşad mektubu, bugün bütün dünyâda akis buluyor ve heyecan uyandırıyor.

Zîrâ Mesnevî, insanın iç dünyâsına ayna tutarak kendini tanımasına ve problemlerini çözmesine yardımcı oluyor. Asrımızın materyalist zihniyetinin sultası altında ezilen insanların ruh dünyasını huzur ve sükûna kavuşturuyor, hidâyetlere vesîle oluyor.

Cenâb-ı Hak, velî kullarına muhtelif tecellîler nasîb etmiştir. Bu yüzden Hak dostları, mânâ âleminde nâil oldukları Hakk’a muhabbet, Hakk’a tâzîm ve Hakk’ı gönüllerinde tanıyabilme tecellîlerine göre farklı hâllerle insanlığa irşad meş’alesi olurlar.

Bâzı Hak dostları, azamet-i ilâhiyye karşısında hayret vâdîlerine düşmüş; sessiz, sözsüz ve dilsiz bir şekilde, sükûtun münzevîliği içinde yaşamışlardır. Fânî ömürlerini, rûhânî bir sükûtun şi’riyyeti içinde geçirmişlerdir. Böyleleri hakkında İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle buyurur:

“Allâh Teâlâ’nın öyle belâgat sâhibi kulları vardır ki, onları Hakk’a muhabbet ve tâzîm, sükûta büründürmüştür!”

Ehlullâh’ın bir kısmı da vardır ki, gâyet az konuşmayı tercih ederler. Bahâeddin Nakşibend Hazretleri gibi, onlar da ârifâne bir idrâke sâhip olanlara, umûmiyetle hâl lisânıyla irşadda bulunmaya memur kılınmışlardır. Nitekim Nakşibend Hazretleri’nin, mânevî terbiyede hâl lisânını sehl-i mümtenî1 üslûbuyla hulâsa eden şu beyti pek mânidardır:

"Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşî ben yaman!"


(Herkes tam, ben kusurlu)

Şüphesiz ki Nakşibend Hazretleri’nin en güzîde eseri, kendi sohbetlerinde hâl in’ikâsı yoluyla yetiştirdiği mânevî şahsiyetlerdir. O şahsiyetler, asırlar boyu onun kalbinin satırlarındaki hikmetleri okumuş, bunları gönüllerden gönüllere sohbet yoluyla intikal ettirmiş ve hâlen de ettirmektedirler.

Nakşibend Hazretleri’nin sözden ziyâde sükûtu tercih etmesinin temelinde, rûhâniyetinden müstefîd olduğu Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) hâli ve şu tâlimâtı vardır:

“Ne söylediğini, ne zaman söylediğini ve kime söylediğini iyi düşün.”

Buna mukâbil ayrı bir tecellî olarak Cenâb-ı Hak, Yûnus Emre misâli bâzı velî kullarını da aşk-ı ilâhî bülbülü eylemiştir.

Kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi gönlünden ve dilinden hikmetler fışkıran bir mânâ menbaı kılmıştır.

Bilhassa Mevlânâ Hazretleri, hâl lisânına ilâveten, bir de sözlü beyâna memur edilmiştir. Bu yüzden o Hak âşığı, kalemiyle, kelâmıyla, gönül eserleriyle ve feyizli sohbetleriyle, hakîkati arayan, Hakk’a teşne gönülleri asırlardan beri ihyâ etmeye devâm edegelmektedir.

Rabbimizin kelâm sıfatının kesif tecellîlerine nâil olan Mevlânâ Hazretleri, bu yönüyle âdeta Hak dostlarının sözcüsü mevkiindedir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen müstesnâ bir beyan ve îzah salâhiyetiyle kelimelere aksettirmiştir. Lâkin bu ifâdeler de ancak kendisine verilen müsâade nisbetindedir. Bu bakımdan Mevlânâ Hazretleri’nin vâkıf olduğu ilâhî sır ve hikmetler, sırf kelâma aksettirdiklerinden ibâret zannedilmemelidir. Kim bilir, o büyük Hak âşığının deryâ misâli gönül âleminin derinliklerinde, nazarlardan gizli kalmış daha nice kıymetli mânâ incileri mevcuttur.

Bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnet’tir. O, bir rubâîsinde bu hakîkati bütün cihâna şöyle îlân eder:

“Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed Muhtâr’ın (s.a.v.)yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”

Bu beyânıyla Hz. Mevlânâ kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir. Bu sebepledir ki O, Kur’ân ve Sünnet’ten aldığı feyz ve ilham ile gönülleri sırât-ı müstakîme yönlendiren hikmetler menbaı bir âlim ve sırlar tercümânı bir ârif olmuştur.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîflerinde, Hazret-i Lokman’ın (a.s.), oğluna şu tavsiyelerde bulunduğunu bildirir:

“Yavrucuğum! Âlim kimselerle beraber ol ve onlardan ayrılmamaya çalış. Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Zîrâ Allah Teâlâ, bol yağmurla toprağa hayat verdiği gibi, hikmet nûruyla da kalblere hayat bahşeder.” (Heysemî, I, 125)

Yorumlar

  1. Türkçe'de şiir söylemek, Yunus Emre'nin çevresinde yer alabilmektir. Şiirin öncüsü ve doruğu olarak Yunus Emre'yi tanımak ve poetikasını bilmek, her şairin mezun olmak zorunda olduğu okuldan alınacak diplomadır. Yunus Emre'den habersiz Türkçe'de şiir söylemek imkansızdır. Bu şiir damarına eklemlenemeyen şair sadece bir yetenek göstermiş olur ve ferdi bir çıkış olarak kalmaya mahkumdur.

    "Eğer beni öldüreler
    Külüm göğe savuralar
    Toprağım anda çağıra
    Bana seni gerek seni"

    diyen Yunus Emre'nin ilahi aşkla söylediği şiirleri, Türk şiirinin ufku olmuştur. Mevlana'yı ve Yunus Emre'yi bir Allah Dostu'ndan tanımak bakımından Osman Nuri Topbaş Hoca'nın "Mevlana'nın Gönül İkilminden Hikmet Pınarları" adlı sohbeti, edebiyatımızın önemli metinlerinden biridir. "Cenâb-ı Hak, Yûnus Emre misâli bâzı velî kullarını da aşk-ı ilâhî bülbülü eylemiştir." cümlesiyle bu metin, Yunus Emre'ye ve Türk şiirine içerden bakıştır. Dolayısıyla şair olmak demek, "aşk-ı ilâhî bülbülü" olmak demekse Yunus Emre'nin çevresine girmek, akımına bağlanmak anlamına gelecektir.

    Osman Nuri Topbaş Hoca, "Bâzı Hak dostları, azamet-i ilâhiyye karşısında hayret vâdîlerine düşmüş; sessiz, sözsüz ve dilsiz bir şekilde, sükûtun münzevîliği içinde yaşamışlardır. Fânî ömürlerini, rûhânî bir sükûtun şi’riyyeti içinde geçirmişlerdir." derken, "Velayet" makamında geçerli olanın "sükut" olduğunu belirtmiş olmaktadır. Çünkü 15 asırda çıkan Yunus Emre gibi "aşk-ı ilâhî bülbülü" iki elin pamakları kadar çok azdır.

    Osman Nuri Topbaş Hoca'nın bu metnindeki en önemli bölüm ise, hiç şüphesiz, Mevlana ve Yunus Emre'nin poetikasına dair söyledikleridir:"Rabbimizin kelâm sıfatının kesif tecellîlerine nâil olan Mevlânâ Hazretleri, bu yönüyle âdeta Hak dostlarının sözcüsü mevkiindedir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen müstesnâ bir beyan ve îzah salâhiyetiyle kelimelere aksettirmiştir. Lâkin bu ifâdeler de ancak kendisine verilen müsâade nisbetindedir. Bu bakımdan Mevlânâ Hazretleri’nin vâkıf olduğu ilâhî sır ve hikmetler, sırf kelâma aksettirdiklerinden ibâret zannedilmemelidir. Kim bilir, o büyük Hak âşığının deryâ misâli gönül âleminin derinliklerinde, nazarlardan gizli kalmış daha nice kıymetli mânâ incileri mevcuttur."

    Şairlik, Allahu Teala'nın kelam sıfatına tecelligah olmak, dolayısıyla velilerin sözcüsü olmak demektir. Bu tanımlamaya göre şairlik, velayette büyük bir makamdır. Bu yüzdendir ki şiir de "verilen müsâade nisbetinde" söylenebilmektedir. Burada üzerinde durulması gereken önemli hususlardan biri de "vâkıf olduğu ilâhî sır ve hikmetler, sırf kelâma aksettirdiklerinden ibâret zannedilmemelidir. Kim bilir, o büyük Hak âşığının deryâ misâli gönül âleminin derinliklerinde, nazarlardan gizli kalmış daha nice kıymetli mânâ incileri mevcuttur." sözünden de anlaşıldığı gibi, şaiir, bağışlanan anlamların hepsini şiire yansıtmaz. Şair, Hakikat'e bağlanarak ulaştığı anlam denizinde bir hikmet pınarı haline gelir. Sır, hikmet ve anlam incileri yüklü şair, söylediklerinden çok, söylemedikleriyle büyüktür bu nedenle.

    Şiir, nefsin, heva ve hevesin, şeytanın vesvese ve iğvasının ifadesi olmaktan ancak Hakikat'e bağlanarak kurtulabilir. Hakikat'e bağlanmak ise, Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Şerif'e sarılmakla mümkün olur. Mevlana'nın “Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed Muhtâr’ın (s.a.v.)yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.” sözünü de bu bağlamda anlamlandırmak gerekmektedir.

    Şiir, Hz.Lokman'ın (a.s.) ifadesiyle Allah Teâlâ'nın bol yağmurla toprağa hayat verdiği gibi, hikmet nûruyla da kalblere hayat bahşetmesinden başka bir şey değildir.

    Şairlik ise, "gönlünden ve dilinden hikmetler fışkıran bir mânâ menbaı" olmaktır.

    Mustafa Yürekli

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim
    https://islamguzelahlaktir.blogspot.com/

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar