Atatürk’ün ölümünde Necip Fazıl ne yazdı?
Necip Fazıl Kısakürek, 25 Mayıs 1983’te İstanbul’da vefat ettiğinde, Uğur Mumcu, Cumhuriyet’teki köşesinde yayınladığı “Necip Fazıl” başlıklı ünlü yazısında, “Herkes, inandığı, sevdiği yazarı, şairi dilediği biçimde anmalıdır. Nazım Hikmet gibi Necip Fazıl gibi şairlere asla siyasal koşullandırmalar ile bakmamayı öğrenmeliyiz.” dedikten sonra, bugüne kadar unutamadığım “Necip Fazıl iyi bir şair. Hiç şüphe yok. Necip Fazıl bir "Atatürk düşmanı". Buna da hiç şüphe yok.” şeklindeki cümleleri yazabilmişti. O yazı çelişkilerle doluydu; hiçbir yazara yakıştıramayacağım sözkonusu iftira, yalan ve düşmanlık dolu metni, ölümünün hemen ardından yayınlaması, beni derin yaraladı.
O günden sonra Necip Fazıl’ın eserlerini okurken Atatürk aleyhinde bir ifadesi var mı diye hep dikkat ettim, ama bulamadım. 1997 yılından beri belgesel yapıyorum, yakın tarihi basından ve kitaplardan araştırıyorum. Necip Fazıl hakkında yazılan olumlu olumsuz bütün metinlere baktım, "Atatürk düşmanı" olduğunu gösteren bir yazısıyla karşılaşır mıyım diye, ama karşılaşmadım.
“ATATÜRK” “NECİP FAZIL” HOROZ DÖVÜŞÜ
Necip Fazıl Kısakürek, hayatta olsaydı da, Atatürk’ün ölümü münasebetiyle yayınladığı yazısını bulup çıkardığımı ve "Atatürk düşmanı" olmadığına dair kaleme aldığım bu yazıyı görseydi, sanırım bana teşekkür ederdi. Hemen belirtmeliyim ki Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’u 20. yüzyıl edebiyatımızın, özellikle şiirimizin sütunları görüyorum. Necip Fazıl Kısakürek, hayatı boyunca yaptığı gibi benim de ülkede oynanan oyunu bozmak için yazdığımı görünce mutluluk duyardı.
Ülkeyi horozcu kahvesine çevirdiler.. Horoz dövüşlerinden geçiniyorlar. Ardı arkası kesilmez horoz dövüşleriyle geçinip gidiyorlar, bedavadan kariyer yapıyorlar ve servetlerini katlıyorlar.. Bir bakıyorsunuz “sağ” / “sol” horozlarının dövüşü, bir bakıyorsunuz “Türk” / “Kürt” horozlarının dövüşü, bir bakıyorsunuz “laik” / “antilaik” horozlarının dövüşü.. Horoz dövüşleriyle darbe ortamı hazırlanıyor, bir ekip gelip devlete el koyuyor, hazine boşaltılıyor, ülke yağmalanıyor ve servetlerini binlerce kez katlıyorlar. Bir askeri müdahale, milletimiz açısından iki savaş yenilgisinden de beter.. Darbelerin hep siyasi sonuçları üzerinde duruluyor. Oysa darbelerin ekonomide ve dış politikada yaptığı tahribat daha büyük..
Horozcuların “laik” / “antilaik” dövüşünde ortaya attıkları ve oynadıkları büyük horoz hep “Atatürk”tür. Adı dövüş olsun diye karşısına bulup çıkardıkları irili ufaklı rakip horozlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek’tir. Mustafa Kemal Paşa’nın manevi kişiliği ile Necip Fazıl Kısakürek’in manevi kişiliğini karşı karşıya getirmek ve dövüştürmek her zaman ilgi çekmiştir.. Doğrusu Necip Fazıl Kısakürek de hem kimi eserlerinde ele aldığı konular, tartıştığı meselelerde sergilediği yaklaşımlar ve ileri sürdüğü fikirlerle, hem de taşkın mizacı, büyük birikimi, parlak zekası, üstün muhakeme gücü, polemikçi kişiliği ve eşsiz coşkulu üslubuyla horoz dövüşlerine uygun bir isimdir.
Horozcuların yaptırdığı “Atatürk” / “Necip Fazıl” horoz dövüşünden bahsederken, her iki ismi de tırnak içinde yazışımın özel bir nedeni var: Dövüştürülen her iki şahsiyet de hayalidir, siyasi sembol olarak kullanılmaktadır, kendi kişisel tarihi gerçekleriyle hiçbir ilgileri yoktur..
Burada hemen belirtmeliyim ki Necip Fazıl Kısakürek, ne Mustafa Kemal Paşa hayattayken, ne de vefatıdan sonra, ona karşı saygısızlık yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına, Milli Mücadele’deki hizmetlerine her zaman hayranlık duymuştur.
Necip Fazıl Kısakürek’in eleştirilerinin hedefinde hep CHP olmuştur. Mustafa Kemal Paşa döneminde olsun, İsmet İnönü döneminde olsun, uygulanan politikalardaki yanlışların altını cesurca çizmiştir.. CHP’nin temsil ettiği, egemen Batıcı zihniyeti sorgulamaktan çekinmemiştir. Lozan’dan başlayan sürece eleştirel yaklaştığı doğrudur. Özellikle Milli Şef İsmet İnönü’nün ve dönemindeki CHP diktatörlüğünün eleştirilerinden büyük pay aldığı da doğrudur. Necip Fazıl Kısakürek muhalif duruşunun bedelini de ömrünün en güzel yıllarını cezaevlerinde geçirerek ödemiştir.
Bütün bu gerçekler, Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal Paşa’ya duyduğu sevgiyi, saygıyı ve hayranlığı gölgelemez. Dolayısıyla horozcuların yaptırdığı “Atatürk” / “Necip Fazıl” horoz dövüşü büyük bir haksızlıktır; milletimizin gönlünde taht kuran bu iki büyüğümüze ve hatıralarına karşı büyük bir saygısızlıktır..
ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDE NECİP FAZIL NE YAZDI?
Burada, Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal Paşa’nın ölümü münasebetiyle kaleme aldığı yazısını dikkatlerinize sunmak istiyorum. Gazi hakkında ölümünden 15 gün sonra, 25 Kasım 1938’de yayınladığı bu yazısında üstadın dikkat ettiği hususları, yaklaşımlarını, şahsiyetine dönük fikirlerini ve samimi duygularını göreceksiniz.. Necip Fazıl Kısakürek’in, Gazi’nin vefatının dünya kamuoyunda yarattığı yankılara ve hemen her devletin akın akın taziyeye gelişlerine bakıp “Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur.” deyişi, olaya objektif baktığını, müthiş gözlemciliğini ve eşsiz muhakemesini yansıtan bu sözler, sanırım ele aldığımız konuya gerekli ve yeterli açıklığı kazandırmaktadır. Önce yazıyı okumanızı rica ediyorum. Sonra bu konuda belirtilmesi gereken birkaç hususu da dikkatinize arz edeceğim:
“Son on beş gündür her sabah yatağımızdan kalkıp Dolmabahçe Sarayı’nı yerinde bulduktan sonra, ona varlık ve mana izafe eden unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaban bir idrak işkencesi; Atatürk’ten bir parça halinde kalan bir çok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir daire tasviri gibi, içinden çıkılmaz bir muhal hissi veriyor. Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edasıyla ölüm, Atatürk’ü hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü. (Kişiliği ve kimliğinin büyüklüğü daha nasıl ifade edilir? MY)
Ölüm, her insanda basit bir tezahür farkı ile aynı marifeti tekrarlamasına rağmen; bu son misalde bulduğu müeyyide kudretini, bütün tarih boyunca sık sık ele geçirebilmiş değildir. Yaratıcının, bir defa bile şaşırmamaya memur sadık işçisi, bu misalde kudretinin her zamanki mevzuu ile mevzuunun bu defaki kudretini bir araya getirdi. Mahalleden bir ölü çıktığı zaman o semt, ister istemez kendisine bir alaka payı düştüğünü kabul eder. Ölümünün mücerred sirayet ve ihtarı küçük küçük bir mesafe yakınlığını, bir nevi akrabalık haline getirdi. Fakat ne de olsa ölen ne kadar içtimai ve herkese ait hüviyet taşırsa taşısın bu bağ, kan ve his yakınları karşısında, sadece yapma bir zihin telaşı uyandırmaktan ötürü bir acı duyurmaz. Bütün dünyada, kralına anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defa ki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki bir kahve fincanının çatlaması, bize Yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fi’li ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısı kadar azdır. (Bu cümlelerde, Atatürk’ün ölümünün milletimiz üzerindeki etkisi ve ülkeyi baştan sona saran derin üzüntü en veciz ifadesini buluyor. MY)
Hiçbir Türk, kendini, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit etmezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur. Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki garp, Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan milli kahraman’ın ölüsü karşısında da hiçbir protokol kaidesinin olmadığı ve hiçbir garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkarmaktadır. (Dünya tarihindeki, milli tarihimizdeki yerine müthiş bir atıf değil mi bu cümleler!MY)
Atatürk’ün gözleriyle görmediği bu manzarayı biz yalnız gözlerimize bırakmayarak kesin bir delalet halinde şuurumuza indirmekle mükellefiz O Türk’e, hem Türk’ü, hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserler) büyük nikbinlerden (iyimserler) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık gören, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde, aydınlık gören de, öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir.
Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata indirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur. Atatürk’ün ruhi maktalarından (kesitlerinden) bence en alakalısı, o’nun yılmaz ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği, başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı. (Atatürk’ün kişiliğine ilişkin bugüne kadar yapılmış en çarpıçı değerlendirmedir bu. MY)
Birinci vesika; bir millet için esaret ve mahkumiyet anının bir vakıa halinde teslim edildiği hengamede bu vakıaya inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit, o inanmadı. Bu Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin tecellisidir.
İkinci vesika; milli kahraman, hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken yakınlarından itibaren bütün Türk milleti’ne kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine bir an bile mümkün gözü ile bakmıyordu. Bu da sonuncu tecelli.
Atatürk, başlangıçta milletinin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için onu ikinci tecellide de haksız bulamayacağız.” (Dikkat ederseniz, Necip Fazıl, ‘Atatürk ölmedi!’ diyor.. MY)
NECİP FAZIL’IN MÜCADELESİ
Necip Fazıl Kısakürek, doğuştan şairdi; 12 yaşında şiirle ilgilenen sahip olduğu o büyük ruh, okulda hocaları olan Ahmet Hamdi Akseki, Yahya Kemal, Beyatlı ve Humudullah Suphi gibi kültür tarihimizin büyüklerinin ilgisiyle şekillendi. Cumhuriyet dönemi şiirinin geleneğe eklemlenen halkası oldu. Şiirlerini, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu’nun, Halide Edip’in, Refik Halit’in, Fuat Köprülü’nün yazdığı “Yeni Mecmuda” da yayınladı. Tasavvufi bir hava tüten bu şiirlere ve bu şiirlerin sesine karşı herkeste büyük bir alâka… Öyle ki, Ahmet Haşim “Çocuk, bu sesi nerede buldun sen?” diyerek alâkasını gizlemedi. Darülfünunda, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Peyami Safa arkadaşları.. O yaşayan Yunus Emre’ydi: Necip Fazıl'ın ilk şiir kitabı daha 17 yaşında iken yayınlandı ve şiirleri M.E.B'in ders kitaplarında okutuldu. Genç yaşta yazdığı tiyatro eserleri, dönemin tiyatrolarında aylarca kapalı gişe sahnelendi.
Paris’te, Sorbon Üniversitesin’de felsefe eğitimi aldı; devlet imkanlarıyla Fransa’ya Suat Hayri Ürgüplü, Burhan Toprak, Cemil Sena, Namdar Rahmi gibi ilerde ülke çapında isim yapacak olan kimseler gitmişti. Necip Fazıl Kısakürek, Doğu’yu ve Batı’yı iyi görmüş, doğru kavramış ve milletimize temas halinde olduğu bu ikin dünya arasında nasıl dengesini koruyacağını gösterebilmiş bir büyük sanatçıydı: Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı adlı şiir kitabı onu çok genç yaşta ünlü yaptı. Henüz harf değişikliği yapılmamıştır. O günkü harflerle “Kaldırımlar” isimli ikinci şiir kitabını çıkarır. Yakup Kadri, İsmail Habip, Nurullah Ataç, Yaşar Nabi onu öven, göklere çıkaran yazılar yazarlar. Adı artık “Kaldırımlar Şairi’dir. Yaşar Nabi: “Bir mısrası bir millete şeref verecek şair” diye anar onu. Cumhuriyet gazetesinin Peyami Safa idaresindeki “Edebiyat Sayfası”nda tahliller ve hikayeler yazmaktadır. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile takdir toplamayı sürdürdü. Yine MEB'in yayınladığı bir Türk şairleri Anatolojisi kitabında, 'N.F. Kısakürek herkes tarafından en iyi şair olarak kabul edilmese bile, Ben ve Ötesi Türk Edebiyatının en kuvvetli şiir kitabı olsa gerek, der. Meslektaşları tarafından da çok sevilen şair "Üstad Necip Fazıl Kısakürek" olarak anılmaya başlandı.
Fikret Adil’in Beyoğlu’nda, Tünel tarafında, Asmalımescit Sokağı’ndaki pansiyon odasında, Peyami Safa, Çallı İbrahim, Mesut Cemil, Eşref Şefik gibi meşhurlarla yaşanılan bohem hayatının tam ortasında.. Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. 30'lu yaşlarında bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve bir daha ondan kopamadı. Daha sonraları onun için; 1940 yılında; "Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel, / Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel." diyecek, hatta “Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; / Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” diyeceği bu büyük insan, onun hayatında yeni bir devrin başlamasına vesile olur ve üstat, hayatında meydana gelen bu değişikliği şu mısralarla özetler: “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum; / Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...” Bu tarihten itibaren sanat ve edebiyat çevrelerinde “Mistik Şair” ve “Bay Mistik” diye anılmaya başar. Nazım Hikmet, Nizametten Nazif ve geleceğin cumhurbaşkanı Fahri Sait Korutürk okul arkadaşlarıydı; toplumun üst kesiminden olmasına, statükocu seçkin azınlığın içinden çıkmasına rağmen kendini milletinin yanında konumladı..
Bu Abdülhakim Arvasi ile tanışma, Necip Fazıl Kısakürek’in hayatında dönüm noktası oldu. Burada, Necip Fazıl Kısakürek’in kendini bulduğu, hayatının eksenini belirleyen davaya adandığı tarihin 1934 yılı oluşuna dikkatinizi çekmek isterim. Mustafa Kemal Paşa hala hayattadır. Atatürk’ün ölümü münasebetiyle yayınladığı yazısını da Necip Fazıl Kısakürek’in hayatında gerçekleştirdiği bu büyük inkılaptan dört yıl sonra kaleme aldığını da hatırlatmak isterim.
17 Eylül 1943’te Büyük Doğu’yu haftalık olarak yayınlamaya başlar. Dergide, daha sonra çoğu sosyalizme kayacak olan Fahri Erdinç, Faik Baysal, Özdemir Asaf, Salâh Birsel, Emin Ülgener, İskender Fikret, Hasan Çelebi, Oktay Akbal gibi gençlerin yanında Fikret Adil ve Bedri Rahmi Eyüboğlu da yazmaktadırlar.
1942 yılında Başbakan Refik Saydam tarafından milletvekilliğine listenin başında aday gösterilenince İsmet İnönü tarafından çizilen Necip Fazıl, bu sefer de CHP genel sekreteri ve hikayeci Memduh Şevket Esendal tarafından aday gösterilir, fakat derhal reddedilir. Dolayısıyla üstat Necip Fazıl Kısakürek’in İsmet İnönü’yle arası 1942’de bozulur ve o tarihten itibaren de hem Cumhurbaşkanı İnönü’ye, hem de CHP’ye şiddetli muhalefet ettiğini görürüz. Dört yıl sonra, 13 Aralık 1946’da yayınlanan Büyük Doğu’nun 58. sayısının kapağında bir kulak resmi ve altında “Başımıza kulak istiyoruz” yazısı vardır. Bu İnönü’ye hakaret sayılarak, mecmua örfi idare tarafından ikinci sefer kapatılıyor. Ayrıca mecmuada tefrika edilmekte olan “Sır” isimli piyesten dolayı dava açılıyor. İsnat olarak da “milleti kanlı bir ihtilale teşvik ettiği” ileri sürülüyor. Bu dönemde artık Demokrat Parti kurulmuştur ve CHP karşısındaki konumu yasal bir zemine kavuşmuştur.
İslami kimliği ile öne çıkmaya başladıktan sonra bu büyük çevre çil yavrusu gibi dağıldı ve ders kitaplarından şiirleri ve fikirleri çıkarıldı. Necip Fazıl'ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu 1934 – 1946 yılları arasındaki 12 yıllık döneme rastlar: Bir Adam Yaratmak, Tohum, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır. Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Her Gün ve Tercüman gazetelerinde yayınladı.
Büyük Doğu Hareketi'ni başlattığı Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve CHP’nin dikta yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi. 163. maddeye aykırı bulunan yazıları ile birkaç yılda bir hapse mahkûm oldu.
Necip Fazıl Kısakürek, fikir ve sanat hayatı boyunca 1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, İman ve İslam Atlası adlı eseriyle fikir dalında Millî Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) unvanını kazanmıştır.
NECİP FAZIL ATATÜRK DÜŞMANI DEĞİLDİR
Necip Fazıl Kısakürek ilk baskısı 1968 yılında yapılan “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” isimli kitabı nedeniyle 1983 yılında hapse girecekken 79 yaşında vefat etmişti.
Kitap daha önce araştırma dizisi olarak Bugün gazetesinde yayınlandı. Birinci baskısı tükenmek üzereyken toplatıldı ve hakkında takibat başlatıldı. Kitabı incelemek üzere bir bilirkişi oluşturuldu. Bilirkişi, ‘Kitapta söylenenler hayal ürünüdür, ama herhangi bir suç unsuru yoktur.’ diye rapor verdi. Ankara, ikinci bir bilirkişi heyeti tayin etti. Bu heyetten de benzer bir rapor çıkınca, Necip Fazıl Kısakürek 1971’de beraat etti.
1972 yılında beraat kararı Yargıtay tarafından temyiz edildi. 1973’te mahkumiyet kararı çıktı. 1974’te Af Kanunu, olayı askıya aldı. 1975 yılında kitap yeniden basıldı. Yine takibat başlatıldı. 1976’da, üçüncü baskı yapıldı. 1977’de yeniden toplatma kararı alındı ve takibata geçildi. 1979’da üçüncü kez bir bilirkişi heyeti oluşturuldu. 1980 yılında dördüncü bir bilirkişi teşkil edildi. Heyetler, kitapta suç unsuru bulunmadığı yönünde rapor verdi.
12 Eylül darbesinden sonra Necip Fazıl ile ilgili mahkumiyet kararı 1982 yılında Yargıtay tarafından onandı. Fakat, kararın infazı 4 ay tehir edildi. Aynı yıl içerisinde Adli Tıp Kurumu, Necip Fazıl’ın Anayasa’da öngörülen cezanın affı şartlarını haiz olduğu yönünde dönemin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’e bir rapor verdi. Ancak Evren, Necip Fazıl’ı affetmedi; Atatürk’ün hatırasına neşren hakaret edildiği gerekçesi ile verilen cezasın infazı yönünde talimat verdi.
Davaya konu olan "Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin" adlı kitabın mahkemenin bilirkişi olarak görevlendirdiği Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Başkanı Doç. Dr. Seçil Akgün tarafından herhangi bir suç unsuru teşkil etmediği rapor edilmiş ancak Necip Fazıl "Atatürk'e hakaret etmeye meyilli olmak" gerekçesiyle mahkûm edilmiştir.
Necip Fazıl, 1983 yılında hapse girmesine az bir zaman kala vefat etti. Deyim yerinde ise son padişah Vahdettin’i savunduğu için mahkûm olarak öldü. Kısakürek’in kitabı, hâlâ yasaklılar listesinde bulunuyor.
Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına, tarihi kişiliğine ve hizmetlerine karşı bir saygısızlık yaptığı için değil.. Daha sonra Bülent Ecevit’in de kitap yazarak savunduğu gibi Sultan Vahidüddin’in vatan haini olmadığını ispatladığı için suçlu bulundu. Bir tarihi olayda, iktidarın yanlışını, Atatürk’ü koruma kanunu kapsamında savunma durumu sözkonusu. Mustafa Kemal Paşa’nın arkasına saklanarak, İnönü’yü, CHP’yi, statükoculuğu ve Cumhuriyet aristokrasisinin kirli tarihini savunmaya çalışıyorlar..
Oysa Mustafa Kemal Paşa da, Necip Fazıl Kısakürek de milletimizin gönlünde taht kurmuş tarihi şahsiyetlerdir.. Onları horoz dövüşçülerinin elinden kurtarmak gerekir..
MUSTAFA YÜREKLİ
http://www.haber7.com/haber/20090528/Ataturkun-olumunde-Necip-Fazil-ne-yazdi.php
Yorumlar
Yorum Gönder