İslamcılık üzerine / Prof. İsmail Kara


19. yüzyıldan beri bu topraklarda var olmakla birlikte 70’lerde yeniden ortaya çıkan, 80’lerde yükselen İslamcılık nedir? Müslümanlıkla arasında nasıl bir fark var? İslam coğrafyasındaki modernleşmeye karşı olmasına rağmen İslamcılık neden modernist bir harekettir? ‘İslamcılık’ iddiasındaki çevreler tabiri caizse ‘eski İslamcılar’ bugün nerededir, kimdir, iddia ve taleplerinden vaz mı geçmiştir? Son günlerin aktüel tartışmasından hareketle söylersek; ‘İslamcılık düşüşte midir?’ Ne olmuştur? Bu soruları “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi” adlı üç ciltlik çok değerli bir çalışması bulunan, “Cumhuriyet Türkiyesi'nde Bir Mesele Olarak İslâm’ kitabı geçen yıl yayınlanan Prof. Dr. İsmail Kara’ya yönelttik. Osmanlı-Türk düşünce tarihi, din-modernleşme ve din-siyaset ilişkileri üzerine çalışan Prof. Kara halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi.

Bugün düşüşe geçtiği söylenen İslamcılık nedir?

İslamcılığı tek değişken üzerinden tarif etmek zor ama genel bir şey söylemek gerekirse; her halükarda Müslüman kalarak modernleşme ideolojisi, diyebiliriz. Diğer fikir akımlarından, diyelim ki Türkçülükten, Batıcılıktan farklı taraflarının olması onu modernleşmeci bir akım olmaktan çıkarmaz.

19. yüzyıldaki İslamcılık ile Türkiye’de 70’lerden sonra ortaya çıkan İslamcılık birbirinden farklı mıydı?

Farklı yönleri var şüphesiz. Abdülhamit dönemiyle İttihat ve Terakki’nin, 1924’e kadar Cumhuriyet dönemiyle 70’ten sonraki İslamcılığın farklı tarafları, farklı renkleri olmakla beraber hepsinin ortak yönü modernleşme ile uyum arayan hatta bir adım ötede modernist bir İslam yorumuna ve arayışına sahip olmalarıdır. Cumhuriyet döneminde İslamcılık muhafazakar damarı kuvvetli ve modernleşme karşıtı bir akım olarak tarif edilmiştir ama bu büyük ölçüde ideolojik ve siyasi bir tariftir.

Dolayısıyla eksik ve yanıltıcıdır. Cumhuriyet dönemindeki İslamcılığı şeriatçı, dinci, mürteci istikamete doğru itme teşebbüsü ideolojik bir tercihtir. Burada kullanılan kavramları siyasi olarak muhalif manasında anlayabiliriz. Muhalefeti de töhmet altında tutmak lazım. 31 Marttan beri irtica muhalefetin adıdır.

DEVLETLE DİN BİR BÜTÜNDÜR

Bu, dışarıdan bir tanımlama ve itme ise İslamcıların bu yöndeki taleplerini nasıl açıklayacağız? Sonuçta bir İslam devleti ve toplumu kurma talepleri vardı.

Burada ince bir nokta var: Türk kültüründe, Sünni İslam kültüründe devletle din birbirinden ayrı olarak düşünülemez, kurgulanamaz. İstediği kadar teorik olarak mümkün gözüksün… Bu yüzden devletin kâfir karşısında mağlup olmaya başlaması, otomatik olarak dinin de mağlup olmaya başlaması olarak algılanmıştır. Bütün 19. ve 20. yüzyıl tarihi boyunca devlet için yapılan ıslahat projeleri aynı zamanda din için yapılıyor olarak savunulmuş, böyle algılanmıştır. Bu tersten de böyledir. Onun için modernleşme döneminin bütün akımları, bu arada Cumhuriyet fikri de aynı zamanda dini bir projedir.

Bu algı devlet adamları, entelektüeller ve toplum nezdinde de böyle midir?
Toplumu biraz farklı bir yere koyarsak aşağı yukarı böyle diyebiliriz. Farklılıklar esasta değil teferruattadır.

İslamcılık, İslam coğrafyasındaki modernleşme hareketlerine karşı gelişmemiş miydi, nasıl oluyor da modernist oluyor?

Modernleşme felsefi olarak dine karşıdır aslında. Fakat İslam dünyasında ve Türkiye’de ıslahat teşebbüsleri, devleti ve peşi sıra dini kurtaracağı için, dine karşı olan kısmı paranteze alınmıştır. İran dahil bütün İslam coğrafyası için geçerlidir bu tespit. Modern dönemde, Şii İslam dünyasıyla da İslam tarihinin hiç bir döneminde olmadığı kadar fikren yakınlaştık. Burada bir ayırım yapalım isterseniz; İslamcı hareketler modernleşmeden yanadır derken öne çıkardığımız husus fikri yapıları, düşünme biçimleridir, tezahür şekilleri, dış görünüşleri, yaşama biçimlerine bakarsanız bazen zıt intibalar edinebilirsiniz. Bugün Türkiye’de olup bitenleri doğru anlamak için de bu ayırım çok önemli bence. İslamcılığı mahkum etmek isteyenlerin öne çıkardıkları sadece dış görüntülerdir. Bu önemsizdir demiyorum ama tek belirleyici değildir.

MODERNLEŞİRKEN DİNİLEŞİYORUZ

İslamcılar modernleşmeye tepkiliydi, buna rağmen bu çelişkiyi fark edemediler mi?
Yakın tarihin her döneminde üst düzeyde birkaç insan fark etmiştir. Fakat çelişkiye vakıf olmanız çelişkiden uzaklaşmanız anlamına gelmiyor. Tam tersine farkında olarak olmayarak çelişkiyle yaşamayı da tercih edebiliyorsunuz. Hatta bir süre sonra çelişik olan, düz hakikatin kendisi olabiliyor.

Acılı bir tarih o halde İslamcılık tarihi?

Zor bir tarih, acıklı yanları da var. Burada mühim bir problem daha var: Batı Avrupa’da modernleşme projeleri dinden süratle uzaklaşan ve dini dışlayan bir karaktere sahipken İslam dünyasındaki modernleşme hareketleri aynı zamanda bir tür dinileşme hareketleri olmuştur. Onun için bugün de hem modernleşiyor hem de bir tür dinileşiyoruz. Bu dinileşmenin gerçek bir dinileşme olup olmaması ayrı bir hadise.
Bunu örnekler misiniz? Bu topraklarda modernleşme hareketleri Osmanlının son döneminde başlasa da asıl büyük değişim Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleşti ve sosyal hayata her müdahale bilakis din merkezliydi.

Mesela Ankara’da kurulan birinci mecliste başkan kürsüsünün arkasında “ve emruhum şura beynehum” ayeti yazılıdır. Son Osmanlı meclislerinde böyle bir ibare yok. Bu ayet şurayı, meşvereti, danışmayı emreder. Meclis fikri –ki modern bir kurum ve düşüncedir- Batıda çatışan sınıfların temsili fikrine dayanırken bizde dini dayanakları olan danışma fikri üzerine yükseliyor. Yani bir yandan siyasi düşüncenizi ve kurumlarınızı modern bir istikamete doğru götürüyorsunuz ama aynı zamanda bunu dinileştiriyorsunuz. Nerede ise halka kadar inmiştir bu anlayış; “Demokrasi meşverete dayanır”, “İlk halifeler seçimle gelmiştir”, denir mesela. Anayasa fikri de böyledir; bizzat Kur’an’la karşılanmıştır. İslamcılık fikriyatı içinde şimdi büyük ölçüde tedavülden kalkmış olan ‘Anayasamız Kur’an’dır’ sloganı bu süreci anlamak açısından mühim. Bu cümle modern bir cümle mi yoksa dini bir ifade mi diye soruyoruz. İlk bakışta çok şeriatçı bulabilirsiniz ama biraz düşününce her ikisi demekten başka yol yok. Batı Avrupa’da ‘Anayasamız İncil’dir yahut Tevrat’tır’ şeklinde düzenlenmiş bir siyasi slogana tesadüf etme şansınız ne kadardır?

İSLAMCILIK KONJONKTÜREL

Modernleşirken dinileşme bugün de sürüyor mu?

Türkiye modernleşiyor mu, diye bir soru sorsak, cevabı herhalde evettir. Peki, Türkiye dinileşiyor mu, diye sorsak ne olacak? Sosyolojide kurumsal dindarlık, kişisel dindarlık ayırımı var. Batıda kurumsal dindarlık yani kiliseye bağlılık azalırken kişisel dindarlık artıyor diyorlar. Bizde bu ayırım işlemiyor ve batılı standartlarla çalışan sosyologları, siyaset bilimcileri zora sokuyor. Cuma ve bayram namazlarına katılanların sayısı artıyor, kendi başına oruç tutanların, namaz kılanların, Kur’an okuyanların sayısı da. Dindarlığın kamusal alana açılma talebi de normal olarak artıyor. Bunun doğruluğu, yeterliliği ayrı bir mesele.

Türkiye’de dinileşme artıyorken ‘İslamcılık düşüşte’ denmesini nasıl yorumlamalı?
Bundan kasıt, 70’li ve 80’li yıllarda yükselen radikal İslamcılığın davayı terk etmesi, sesinin kısılması ise, kısmen evet, diyebiliriz. Ama İslamcılığı bununla sınırlandırmak dar bir yaklaşımdır. Hem İslamcılıktan vazgeçmiş olanlar hem de İslamcılığın Türkiye’de devre dışı kalmasını isteyenler buna yapışıyorlar ama realist ve derinlikli bir tespit için cevaplar o kadar kolay olmamalı. Çünkü soru, esas itibariyle Türkiye’nin İslam’la irtibatı ve bunun seviyesiyle ilgilidir. Ara bir cümle söyleyelim: Türklerin Anadolu’da İslam’dan ayrı bir tarihleri yoktur. Söz buraya intikal ettiğinde önemli hadise bu topraklara kök salmış ve Türk insanını ve toplumunu onsuz anlayıp açıklayamayacağınız Müslümanlıktır, İslam’dır. İslamcılık, Türkiye’de varoluşsal bir yapıya, öneme, özelliğe sahip olan İslam’ın konjonktürel görünümlerinden sadece bir tanesidir. Dolayısıyla Türkiye’de İslam meselesini, alt bir konu olan İslamcılık ile sınırlı olarak açıklamak kalemşörlerin, ideologların, siyasetçilerin işine gelebilir ama bu yaklaşım ilmi, fikri bir analiz için her zaman sıradan kalmaya mahkumdur. İslamcılığın hem önemli tarafları hem de zaafları bu çerçevede doğru anlaşılamaz.

İslamcılık ile Müslümanlığı ne ayırır birbirinden?

İslamcılık yeni zamanların ürünü bir İslam yorumudur, ideolojik ve modernist tarafı baskındır. Kendi iç iddiasına bakılırsa gerçek İslama ve kaynaklara dönüşü öne çıkarmaktadır. İslam ve Müslümanlık İslamcılığı da içine alan daha geniş ve daha uzun zamanlı, bu yüzden daha dayanıklı bir dairedir. İslamcılığın İslama ve Müslümanlığa kattığı yeni ve doğru şeyler yoktur denemez fakat bugün için daha fazla üzerinde durulması gereken hususlar ortaya çıkardığı problemler ve getirdiği kırılmalardır.

DEVLET BİZİM AMA YANLIŞ ADAMLARIN ELİNDE

RP’nin 94’te belediyeleri alması, muhafazakar Anadolu sermayesinin ‘kaplanlaşması’ vb. ile o dönemin İslamcıları para, statü, iktidar, güç ile tanıştı ve bir iddiaya göre ‘çözülme’, belki de bir ‘çürüme’ yaşandı. Bu kadar iddialı bir kesimin bunu yaşamasının nedeni ne? Öncesinde çok mu romantiktiler, önerilerinin realize edilme imkanı mı yoktu, sınanmadıkları alanlarda kişisel yenilgiler mi yaşadılar, ne oldu o süreçte?

Bunu da birkaç değişkenle açıklamak gerekir. 1) Türkiye’de İslamın canlanması ve İslamcı hareketlerin yükselişiyle demokratik hareketlerin gelişmesi arasında doğru bir ilişki var. Demokrasi ne kadar zayıf işlerse işlesin, toplumun tabii damarlarına kan pompalar. Dolayısıyla demokrasi zayıf ve ağır aksak da olsa işledikçe İslam öne çıkmıştır ve çıkacaktır. Statükocuların demokratik işleyişe karşı çıkışlarının ana sebeplerinden biri bunu görüyor olmalarıdır. 2) Askeri ihtilallerle İslamcı hareketlerin yükselişleri arasında kronolojik bir ilişki vardır. Bu ilişkinin olumsuz olduğu zannedilir, fakat doğru değildir. İmam Hatip Liselerini, din eğitimini haksız yere tarümar eden 28 Şubat sürecinin neticelerinden biri bir İmam Hatip mezununun başbakan olmasıdır. 3) Türkiye’de İslamcılık hareketlerini sadece iç dinamiklerle açıklayamayız. Uluslararası siyaset çevrelerinin Türkiye’ye, İslam dünyasına, İslami hareketlere yaklaşımı ve bir araç olarak kullanma tekniklerine de bakmak lazım. Başka şeyler de var tabii; halkın kafasında devletle din arasında büyük bir boşluk ve gerilim olmadığı için toplum dindar ve aynı zamanda devletçidir. “Devlet bizimdir fakat yanlış adamların elindedir” yaklaşımı Müslüman, muhafazakar kesimin ana yaklaşımıdır. Talebelik yıllarımda hocalarımızın, fikir adamlarının “Ne zaman ki dindar insanlar, İmam Hatip mezunları vali, bakan, başbakan olur, işte o zaman Türkiye kurtulur” dediklerini çok hatırlarım. Erbakan hareketi bu mantıktan çok istifade etmiştir; kendisi geldi mi devlet Müslümanlaşacak ve tabii bütün meseleler hallolacak. Bu yaklaşım kalabalıkları mobilize etme ve hizmete koşmada, siyasi katılımı sağlamada başarılı olmuştur denebilir ama aynı zamanda İslamcıları sistem fikrinden, seviyesi yüksek anlama ve açıklama çabalarından, derin arayışlardan da uzaklaştırmış gözüküyor. Sorunuzu belki bütün bu problemli süreçlerin arasında cevaplamak mümkün olur.

SİYASAL LİBERALİZM TEHLİKELİ DEĞİL Mİ?

İslamcılık ‘çevre’nin ideolojisiydi. Merkezin yapıp ettiklerinin itirazını da içeriyordu. Fakat çevrenin merkeze geliş süreci ile İslamcılığın zayıfladığı süreç örtüştü. İslamcılığın düşüşünde sosyal hareketliğin bir etkisi olmuş mudur?
Çevrenin sosyal hareketlilik, göçler, sanayileşme gibi sebeplerle merkeze gelişi Türkiye’nin, büyük şehirlerin rengini, bu arada dini rengini de bir ölçüde değiştirmiştir, bunda şüphe yok. Bu büyük altüst oluşun diğer tarafında merkeze gelenlerin değişip dönüşmesi hadisesi var; sistemin içine giren unsurların, fikirlerin normalleşmesi, ehlileşmesi, katı muhalefetten uzaklaşması beklenebilir bir gelişmedir. Devletle halk arasında kültürel olarak büyük bir gerilimin olmayışı da bu süreçleri kolaylaştırmıştır. İslamcılığın zayıflaması bunlarla alakalı olmakla beraber sadece bunlarla açıklanamaz. Meselenin bütününü görmek için Türkiye’deki bütün fikir hareketlerinin 12 Eylül darbesinden sonra giderek daha fazla bir gerileme ve gevşeme içine girdiğini görmek lazım.

Bu sadece İslamcıların yaşadığı bir savruluş değil diyorsunuz...

İslamcılık aktüel ve canlı bir konu olduğu veya cazip bir mevzu haline getirildiği için bütün dünyada ve Türkiye’de, bu tartışmalar İslamcılık üzerinden yürütülüyor ama bunun, aynı zamanda körlükleri artırıcı bir tarafının olduğunu ihmal etmemeli. Bu körlük meselesini açmak için şunu soruyorum: Türkiye’de niçin bir tehlike olarak sadece siyasal İslam konuşuluyor da siyasal milliyetçilik, siyasal solculuk, siyasal Kemalizm, siyasal liberalizm bir tehlike olarak konuşulmuyor? Veya siyasal kelimesi niçin sadece İslamcılar için tehlikeli bir manaya bürünüveriyor? Kayda değer hiçbir derinlik arayışı olmayan Türk liberal söylemi -ki içinde eski solcular, eski milliyetçiler, eski İslamcılar, eski Kemalistler var- niçin daha büyük bir tehlike olmasın.

MALEZYA’YA YETEN TÜRKİYE’YE YETER Mİ?

İslamcılar bütün bu süreçte neyi idrak etti?


Derin bir idrak söz konusu mu acaba? Özellikle 70’lerde ve 80’lerde radikal İslamcılık, İslam ile Türkiye arasındaki ilişkiyi birbirinden uzaklaştırmak istikametinde hareket etmiştir. Bu biraz da İslamcılığın enternasyonalist bir mahiyete bürünmesi ve sosyalist jargona yaklaşmasıyla alakalı idi. Müslümanlık veya muhafazakâr İslamcılık ise Türkiye ile İslam arasındaki ilişkiyi kuvvetlendiren bir karaktere sahip olagelmiştir. İkisinin de en büyük zaafı bilgi ve yorumlama kapasitelerinin düşük olmasıdır. İdrakten bahsedeceksek seviye meselesine odaklanmamız lazım. Aksi halde zekâlarını daha iyi kullanıyorlar demek belki daha doğru. Benim insanların pek sevmediği bir sorum daha var: Gelişme, iyileşme dediğiniz süreçlerin Türkiye’yi taşıma kapasitesi nedir?

Türkiye’yi taşır mı’dan kastınız ne?

Türkiye’nin mevcut ihtiyaçlarına yeterli düzeyde cevap vermesi ve onu daha iyi şartlarda geleceğe doğru taşımasıdır. Türkiye, dünyanın çok önemli bir yerinde, dünyanın çok önemli bir mirasına sahip olarak ve birinci ve 2. dünya savaşı sonrasında bir şekilde varlığını sürdürme azmi ve başarısı göstermiş insanların yaşadığı Müslüman bir ülkedir. Onun için Libya’da, Malezya’da yeterli hatta lüks olan bir şey burada hiçbir mana ifade etmeyebilir.

ANKARA DİNİN ÖNEMİNİ İYİ BİLİR

Bu bir beka sorunu mudur; Osmanlıyı var kılan, yok oluşuna direnen ve Kurtuluş Savaşı veren halkın iradesini belirleyen temel etmenin din olması gibi?


Milli Mücadele İslamcı ve hilafetçi bir politikayla kazanıldı. İş Bankası’nın ana sermayesinde Hint Müslümanlarının gönderdikleri para var. Cumhuriyet de bir din devleti olarak kuruldu. 1928 yılına kadar anayasada İslam, devletin dinidir. Ankara, bugün de Türk devletiyle İslam arasındaki ilişkiyi tamamen bilmez değildir. Siyasi merkez laikliği olmazsa olmaz bir şart olarak söylemesine rağmen hiçbir zaman ‘Türkiye devletinin dini yoktur’ cümlesini ağzına almamıştır. Bu cümlenin hiçbir toplumsal ve kültürel karşılığının olmadığını ve kendisini anlaşılmaz kılacağını da bilmektedir. Fakat bu bilgi bana göre Türkiye’yi taşıyacak vasıflara ve seviyeye sahip değildir.

Bu idrak orada hep var mıydı sizce?

Benim görebildiğim kadarıyla hep olmuştur. Fakat bu aktüel, pratik, pragmatik tarafları ağır basan bir kabul veya anlayıştır. Bunu aktüel ve pratik düzeyden yukarıya doğru çekerek idrak seviyesine yükseltecek üniversiteler, fikir adamları, aydınlar olmalıydı. Bu olmadı. Cuma namazının cemaatla kılındığını bilmeyen sosyal bilimciler bugün Türkiye’nin dinle ilişkisi, dindarlık tezahürleri konusunda kamuoyu araştırması yapıyor, raporlar yayınlıyor, ahkâm kesiyor. Türkiye’de üniversitelerin, sosyal bilimcilerin din meselesini ciddiye aldıklarına ve politik aktörlerden biraz yukarıya çıktıklarına dair hiçbir işaret yok. Mahalle baskısı tartışmalarının iki tarafına da bakın, bunu göreceksiniz. Benim de mensup olduğum İlahiyat Fakültelerini de buna dâhil edebiliriz.

DİN İLE DE OLMUYOR, DİNSİZ DE

Devlet dinin önemini asgari düzeyde de olsa idrak etti ise devletin yıllar yılı din üzerindeki tasarrufunu, dindar insanların maruz kaldığı acıklı durumları nasıl açıklayacağız, bu da bir çelişki değil mi?

Son kitabımın ilk bölümün başlığı şu: Din ile olmuyor, dinsiz de olmuyor. İşaret ettiğiniz çelişki AB süreci içinde daha da çözümsüz bir yere doğru gidiyor. Türkiye din eğitimi meselelerini çözmüş bir eda içinde Ruhban Okulunu konuşuyor. Onun için farkında olmak yetmez. Siyasi merkezin din meseleleriyle alakalı olarak Türkiye’yi taşıyacak çözümler üretemediğinde şüphe yok. Başörtüsü taktığı için kendi evlatlarını üniversiteden içeri sokmayan bir yapı var ortada. Siyasetçilerin dine umumiyetle bir araç olarak baktıklarını da unutmamak lazım. Din kendi politikalarına ne kadar uygun düşüyor, kendisini ne kadar tehdit ediyor diye bakar.

İslamcı entelektüeller üzerlerine düşeni yapabildiler mi bu süreçte?

Bir iki istisna dışında hayır. Onlar da akıntıya kapılmayı tercih ettiler, önlerine sürülen tartışmalara dahil oldular, konformizme bağlandılar.

İSLAMCILAR NEYİ TECRÜBE ETTİ?

Neyi tecrübe etti İslamcılar bütün bu süreçte?


Her sahada küçümsenemeyecek tecrübeler yaşadılar aslında. Ticarette, siyasette, üniversitede, basında, bürokraside… Bunlar düne kadar büyük ölçüde olmadıkları, bilmedikleri yerlerdi. Yalnız tecrübeye felsefi bir anlam vereceksek geçmişin muhasebesini yapan gelecek için zemin teşkil eden bir mekanizmaya dönüşmesi lazım. Acaba böyle bir tecrübeden bahsedilebilir mi? Umalım bahsedilsin.

Peki, bir teslimiyet hali görüyor musunuz ya da bir şeye fit olma hali?


İnanma, talep etme, kazanma niyetinden ve azminden tamamen vazgeçtiklerini düşünmüyorum ama elde etme ile bir şeye fit olma arasındaki farkı yeterince önemsemedikleri kanaatindeyim. İrade kullanarak bir yere varmakla sürüklenerek aynı yere ulaşmak çok farklı şeyler. Neyin değer neyin değmez olduğunu bilmek aynı zamanda bir ahlak meselesidir.

ÖZELEŞTİRİ DEĞİL İTİRAF YAPILIYOR

İslamcılar arasında yapılmaya başlanan “Biz dinimize değerlerimize ideallerimize sahip çıkamadık” özeleştirileri sağlık işareti midir?


Bir özeleştiri yok ortada, sıradan itiraflar var. Herkes gömlek çıkardığından bahsediyor. Özeleştiri önce fikren, peşi sıra fiilen eleştiri konusu yapılan şeyi yukarıya doğru taşır, meselenin seviyesini yükseltir. Bugünkü sözümona özeleştiriler sıradan itiraflar olduklarından söyleyenleri de muhataplarını da aşağıya çekiyor. Alt bir seviyede birleşme ve yakınlaşmaya özeleştiri denemez bence.

Bundan sonra ne olur, İslamcılık ve İslamcılar?

Türkiye’de İslam kökleri derinlerde bir vakıa, bol ve temiz su taşıyan bir akarsu olduğu için yeni meyveler verecek. Türkiye’nin ihtiyaçları, zaruretleri ve varoluş sebepleri yeni yollar açacak. İslamcılığın gideceği istikametlerden biri bu. Şimdilik zayıf taraf gibi gözüküyor ama bu görüntü aktüel dayatmaların sonucudur ve yanıltıcıdır. Varlıklarını sadece sistemin işleyişine ve zayıf muhaliflerinin varlığına borçlu olan kişiler ve gruplar da olacaktır tabii. Onlar liberalizm, bir arada yaşama, insan hakları, demokrasi, diyalog edebiyatı gibi aktüel değeri yüksek tartışmaların üstüne çıkamayacak, sahih meselelere yönelme ve derinleşme şansları yok gözüküyor. Yeni İslamcılık bunların eseri olacağa benziyor.

KAPİTALİZM ZALİMLERİN YİTİK MALIDIR

İslamcılıkla kapitalizm tartışması var malum. ‘Kapitalizm Müslümanların yitik malı’ mıdır?


Kapitalizm zalimlerin yitik malı olabilir. Peygamber Efendimiz de tüccardı, Medine pazarında fiyatlar kendiliğinden belirleniyordu edebiyatı üzerinden kapitalizme ve liberalizme yakın duran bir dini iktisat anlayışı kurmaya kalkmayı düz bir mantıkla anlamak kolay değil. ABD’nde İslam Liberalizmi kitabı yazılıp neşredileli çeyrek yüzyıla yaklaşıyor. Bu kitaptaki cümlelerden biri şu: “İslam liberal kapitalizmin yörüngesine sokulmalıdır”. Onun için Türkiye’deki bu yeni edebiyatın hiçbir orijinalitesi yok. Türkiye’ye faizsiz -ne demekse bu- finans kurumları 12 Eylül ihtilalinden sonra, muhafazakâr ve liberal çevrelerin hala rahmet okumaktan bıkmadıkları Özal döneminde geldi. Şimdi banka oldular.

Finans kurumlarında da maksimum kar hedeflendiği için mi?

Müslümanlar da ticaret, alışveriş yapacak, aktüel çözümler bulacak elbette, itiraz buna değil. Bunun ötesinde bir şey var mı yok mu? Soru budur. Yoksa eğer en yüksek karı sağlayan banka ile çalışın, olsun bitsin. Şimdi sözümona liberal dönemdeyiz, yabancı banka da olabilir… Bakınız, finans kurumları Türkiye’ye ilk geldiği zaman Müslüman muhafazakar çevre, nispeten veya büyük ölçüde faiz konusunda hassastı. Bunun için ilahiyatçıların da aktif olarak katıldığı uzun toplantılar yapıldı, tebliğler, fetvalar verildi, kitaplar basıldı, İslam fıkhındaki mudarebe, müşareke, selem akitleri konuşuldu. Hassasiyetler yumuşatıldı. Bunları özellikle siyasetleri ve yol alış biçimleri açısından dikkatle takip ettim. Anladığım kadarıyla asıl projeyi yürütenlerle konuşup fetva verenler aynı şeyin içinde ve peşinde değillerdi. Şimdi bu tartışmalardan hiçbiri yok. Niçin? Eğer bugün bu tartışma ve arayışlardan daha üst düzeyde olanlarıyla karşı karşıya olsaydık aktüel dayatmaların getirdiği ara çözümleri bir yere koyabilir, makul karşılayabilirdik. Bugün niye bu meseleler tartışılmıyor sorusunu sormak oyun bozanlık değil, insanları ciddiyete ve ahlakiliğe davet etmek olarak algılanmalı.

Fadime Özkan-Star Gazetesi
Tarih: 2 Ağustos 2009 Pazar, 23:59

Yorumlar

Popüler Yayınlar